21 Temmuz 2012 Cumartesi

Yaz Yazıları Bölüm 3: Tatile Çıkan Erkek Grubu

Bütün sene kar, kış, kıyamet, sınav, iş derken yaz geldi. Herkes bi şekilde tatile çıktı sıra size geldi. Siz de adam adama tatile karar verdiniz. Boşuna para, umut ve zaman harcamayın diye ben size olacakları söyleyeyim.





A) İlk gün;

Bir erkek grubunun (en az üç kişi) tatile o gün geldiğini, o gün ilk günlerini yaşadıklarını hemen anlarsınız. Mesela akşam... En ütülü gömlekler, bermuda şortlar o akşam giyilir. İlerde tıkış tıkış çantaya sokulacak, ütüden nasibini almayacak kıyafetlerin zirve günüdür. Gerçi ben bir defasında hanım arkadaşımla tatile gitmiştim de o ütüyü çantamda taşımıştım. O günden beri omuz nahiyemde anatomik bir bozukluk var. Düşününce ütüsüzlük daha iyi...

Ayrıca muhtemelen daha önce yazlığında tatile gitmiş arkadaş hariç diğerleri bembeyazdır. Gözlerde enerji, yüreklerde büyük umut vardır. Grup kıpır kıpırdır. Hormon bombasıdır. Yüksek sesle konuşulur. Bu böceklerin çiftleşme öncesi cırcır ötmesine tekamül eder. O mekana bakılır çıkılır. Bu mekanda hafif takılınır. Stratejik noktalar belirlenir. Turistlere daha cüretkar davranılır. O, içinde büyük umutlar olan planlar o gece yapılır.


Bir kızılderili öğretisinde şöyle der; "İnsanda duyguları temsil eden 40 mum bulunur. Sevgi, nefret, hüzün... Seneler geçtikçe hepsi birer birer söner. Öldükten sonra geriye sönmeyen bir tek mum kalır. İşte o 'umut'tur. Gördüğünüz gibi dostlar belki de uydurduğum bu sözü yazımızın temeli olarak alın.


B) Deniz Günlüğü;

Denize girmek üzere sahile indiniz. Bu safhada sahne alacak kişiler, kaslılar ve balıklama atlayabilen su akrobatı tadında yüzen arkadaşlardır ki bende ikisi de yok. Ben şu yaşıma geldim balıklama atlayamıyorum. Narin kız atlayışı yapıyorum. Burnumu elimle kapatıp kendimi boşluğa bırakıyorum. O yüzden tatilde geceler kara tren geceler...

Neyse efendim işte sahilde arkadaş grubunuzdaki kaslılar bir aşağı bir yukarı salınır. Tatil ortamı, bikiniler ve buna bağlı olarak hormonlar kişide büyük illüzyonlar yaratır. Kaslı adam herkesin ona hayran olduğunu. Birazdan etrafını kızların saracağını falan düşünüp öğle sıcağında sahil mısırcısı gibi bir aşağı bir yukarı gezer durur. Dubalardan taklayla denize girer. İnsanlara su sıçratarak, kızların yanından "bonnbalama" atlayarak ilgi çekmeye çalışır. Ama ben daha muvaffak olanını görmedim.


C) Barda Kızlarla Tanışmak;

Barda kızla tanışmak zordur. Zira dikkat ettiyseniz bara kazara ikili-üçlü kız grubu girince orda bir erkek çemberi olur. Zırtlanlar yavaş yavaş yanaşır. Sahneye bakıyormuş gibi yapan adamlar götüngötün kılara doğru yanaşır. Ve bu çabalar genelde kulağa eğilmeli kofti sorularla sonlanır. Bu soruları ise siz kullanın diye açıklıyorum; "Okuyo musun", "Tatile ailenle mi geldin", "Kaç gün burdasınız". Burdan alıp yürüyenlere ne mutlu. Ama genelde sonuç hüsrandır. Ben size son kareyi açıklayayım; Gece o karanlıkta odada en az iki göz beyaz beyaz, tepeye bakıyor. "Aslında tanışsak olurdu hafız", "Bütün gece bana baktı oğlum zaten", "Tanıdığını görmeseydi kesin odasındaydım" gibi temelde gerçek olmayan ama bir sonraki gün adına motive edici şeyler söyleniyor. Böyle bir ortam hayal edin.

Barda kızla tanışmak için dans şarttır. Oynamayan kaybeder. Zaten ortamda yılan gibi kıvrılan bir kel kafalı vardır mutlaka. Turistlerin arkasında dolanan,"hiç olmadı 'sürtünmeli dans' yaparım diyen" bir zırtlan vardır mutlaka. Bu konuda da ben talihsizim mesela. Tek yaptığım figür sağ ayak yana diğeri yanına, sol ayak yana diğeri yanına düzeninde hafif tempolu dans. O yüzden eğer tatile çıkacak bir erkek grubuysanız önce bir iki figür çalışın derim ben.

Ayrıca en kötüsü tatilde tanıştığın kızların, tatillerinin son günü olması. Ben daha bulunduğumuz yeni gelenine denk gelmedim. Belki de bizim aygırlardan korkup yalan söylüyorlardı bugün son günümüz diye bilemiyorum. Ertesi gün görmüşlüğüm oluyordu gerçi. Neyse işte arkadaş kimle tanıştıysak "bizim bugün son günümüz yarın otbüzle İstanbul'a dönüyoruz" dedi. Kaderimiz gülmedi.




D) Kız Grubuyla Tanışıp Büyük Bir Grup Olmak;

Diyelim ki şansınız çok yaver gitti. Bize olmaz ya oldu diyelim. 5'li erkek grubunuz tatile gelen 5'li kız grubuyla tanıştı kaynaştı. Hem de tatilin ilk günlerinde. İşte ortalığın karıştığı anlar burada başlıyor. Güzel olan kıza sırayla yanaşılıyor. Grubun eli yüzü düzgün zırtlanları o kızın etrafında dolanıyor. Diğerleri (çirkin veya sessiz oğlanlar) diğer çirkin kızlarla tamahkarlığı öğreniyor falan.


İş ilerleyebiliyor da... Birtakım şanslı arkadaşlarımız elektrik alıp veriyor. Bunu sahilde yürürken o çift adayının arkadan arkadan yürümesinden, toplu halde gidilirken bir anda kaybolmalarından, çalı çırpı arlarından saç baş dağınık halde çıkmalarından anlıyoruz. Belli ki bir kabahat işlenmiş, hafiften günaha bulanılmış biz uyurken.

Yalnız bu noktada çirkin kızlar güzel kızlara hayatı zindan etmeye başlarlar. Tam elektrikli çift yakınlaşır "üfff Buse ben pansiyona gidiyorum çok sıkıldım", "Hadi gidelim ya ne duruyoruz bu saate kadar yoruldum" falan diye güzel kızı yanınızdan çekelerler kosnükler. Hyatı herkese zindan ederler. "La madem sıkıldın sen de bizim Nazmi'nin tadına bak ucundan. Simidini elle" yok. İlla tad kaçıracak. Bunları elleri buruş buruş olana kadar denizde tutacan aga. İyice yumuşatacan.

E) Son Gün;

Hayal Kırıklıklarıyla geçen tatilin artık son umutları. Son gece... Genelde insana anlamsız bir özgüven gelir. Zaman darlaşınca teklifizleşirsin. Her yana salça olursun. Ama bu noktada başarıya ulaşana rastlamadım. Zaten umudu azalan, tatil hengamesinden yorulan arkadaşın da uyuzluk yapıp yoluna taş koyar. "Hadi gidek oğlum ya yeter. Yok işte bir şey. Daha anama Bodrum yazan küpe alacam" falan diye anlamsız bir evcimenlik gelir taşkoyana...

Son gün bölge esnafıyla yalan kanlaık kurulur tabi. Samimiyetini ilerlettiğin tek kişi oranın bakkalı, polisi veya tatlıcısıdır. Bu da dramı biraz olsun hafifletir.



Ertesi gün ise otobüste; orda onu deseydim, burda gidip konuşsaydım diye binlerce pişmanlık cümleleriyle sızılır. Bir tatil daha umutların başka bahara kaldığı anılarla ve hayal kırıklıklarıyla sona erer.

Ve son olarak siz aradığını bulamayanlara şu şarkıyı armağan ediyorum ve diyorum ki oğlum kara oğlan Ege dahi manita yapmış da "anla beni yaz aşkım" diye kızdan kurtulmaya çalışıyor. İstemiyorum diyor. Siz daha kerizliğinize doymayın;

http://www.youtube.com/watch?v=0y64-rSXDxc


 


13 Haziran 2012 Çarşamba

Garibin Sırtından Sıvazını, Zalimin Suratından Yumruğunu Esirgemeyen Blog Geri Dönüyor (Pek Yakında)



Perşembe-Cuma gibi bir yerden para bekliyorum. Ondan sonra bonnba gibi fişşek gibi geri geliyoruz. İşte siteyi hazırlayan uzman personelimiz: ... (ehe şaka lan tek başıma yazıyorum tabi ki. neyse afili parçalar madde 515 diye başlayacaz işte nasipse o arada siz bu nefis şarkıyı dinleyiniz)
http://www.twitter.com/peperuhi

18 Ekim 2011 Salı

Pepe Başgan İle Yol Hikayeleri 1: Anteb'in Hamamları

Öncelikle şunu söyleyeyim çok gezen bilmiyormuş. Son 1,5 ayda çok gezdim ama hala bir semelik var bende. O yüzden o meşhur soruyu cevaplayarak başlamak istedim. Çok okuyan bilir...

                 Şekil 1-a: Ülkemizin her köşesi cennet ama tanıtmasını bilmiyoruz

Toplamda baya bir KM yaptım. Nice yüzler gördüm, nice hikayeler duyd... Eheheh şaka lan şaka hep it gibi gezdim. Şimdi gezdiğim yerlerde başıma gelen ve kah güldürüp kah ağlatan durumları buraya yazacağım.

1. Gaziantep:

Önyargıyla yaklaşmadan gitmek lazım buraya kesinlikle. Bir kere çok gelişmiş bir şehir. Hakikaten doğudaki tüm illere zaman zaman verilen "Doğu'nun Paris'i" sıfatını hakediyor. Yemek kültürü konusunda ise söylenilen her şeyi karşılıyor. Neyse gelelim hikayelere;

Gaziantep'e arkadaşla beraber iki kişi gittik. Giderken de tercihimizi Çayırağası Turizm'den yana kullandık. Ben ki bir çok isimsiz ve vizyonsuz firmayla seyahat ettim ama bu derece 90'larda takılıp kalmış bir firma görmedim. Bir kere ne topkek var ne piskevit. İki kere çay veriyolar tamam. Sonra memur babam gibi düşünüyor olacaklar ki koltuk arkası televizyonları kapatıyorlar (makina azcık dinlensin). Sonra açıyorlar teybi kasette Harun Kolçak (Perma Harun), Bulutsuzluk Özlemi falan var düşün... Bir de otobüsün içinde sigara yakabilsek tam 90'ların başındaki uzun yol atmosferini yakalayacağız.

Zaten firmanın gudikliğini daha yola çıkmadan anlamıştım. Zira bagajımı verip otobüse binerken yaşlı şoför abimiz, sempatiklikten zerre nasiplenmemiş hostes kızın yanağından makas alıp şirinlik yapıyordu. Şoför dayı o halterci ve belli ki işini hiç sevmeyen kadına öyle kur yaptığına göre hanımı ya ölmüştür ya da çile dolu eza dolu bir evlilik yaşıyordur diye düşündüm ve inanın yokluk nedir, insanda tezahürü nasıldır o anda gördüm. Zaten abla nasıl suratsızsa öndeki teklifsiz tüybıyık ergeni bile ürküttü. Çocuk yol boyunca su isteyemedi. En son Antep garında yanında 5 kiloluk damacanayla gördüm bebeyi.

Şehre indik. Şehir içi otobüs durağına gittik. Halk otobüsüne bindik. Meğer Ankara'daki gibi omza dokunmalı, imeceli bir para uzatma sistemi yokmuş. Kimin omzuna dokunduysam bana garip garip baktı (dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe/ sırf  otbüz Ankara'daki dolmuşa benziyor diye/ usulca dokunup/ uzatır mısınız dedim). Ben elimde para omuzlara dokuna dokuna şoförün yanına kadar geldim. Ha şimdi burdan Gaziantepli kardeşlerimize bir dokundurma yaptığımı çıkarmayın. Toplu taşım teamülleri böyle zahir. Yoksa az sonra da örneklendireceğim üzere 10 numara insanlar hakikaten. Bizim gördüklerimiz öyleydi yani. Bu arada hoşgörü var gerçekten şehirde. Zira iki tane eşcinsel olduklarını sohbetleri esnasında dile getiren arkadaş, kıyafetleriyle bir altkültürü de temsil ettiklerini belli ederek ve biraz da kamuoyunda -yanlış- karikaturize edilen eşcinseller gibi davranak otobüse bindiler. Bir kişi de dönüp bakmadı. Bizim bu İç anadolu'da olsa feci fenalıklar yaparlar mesela. Bu da sizin için turistik bir kriter olabilir diye anlattım.

 
Neyse efendim merkezde bizi, sağolsun, sözlüğün önemli ismi Jokond karşıladı. Davullarla halaylarla. Şaka şaka. Ama takım elbise giymişti hakikaten. Gerçi ben bana duyduğu sevgiden dolayı böyle bir şey yaptığını düşündüm lakin kendisi kamu çalışanıymış. Sonra tahminim yarım ağızla söylediği (eheh) "haydi İmam Çağdaş'a götüreyim sizi" lafını hemen kabul ettik. Jokond o arada yaşadığı şehri tanıttı. Biz alinazik yerken onu pek dinlemedik (ben hayatımda bu kadar lezzetli ve bu kadar sarımsaklı bir öğün yemedim). Sonra kalkıp giderken Joko başgan "sizi ben ağırlıyorum" diyerek hesabı ödedi. Hayatımda mahçup olmadığım kadar mahçup oldum bu nefis jest karşısında. Hakikaten mecbur olmamasına rağmen büyüklük yaptı. Biz tam Anadolu çocuğu olmadığımız için bu jeste bayıldık. Giderken de gezilecek yerleri tarif etti. Ancak "yürüme mesafesi" diye tarif ettiği yerlere 4,5 saatte falan ulaştık. Artık hesap ne kadar geldiyse... Ehe şaka la. Adam zaten çoluğun çocuğun rızkını bizim gibi bıyıklılara bağlamış üstüne bir de kızdırmayalım. Hakikaten yürüme mesafesindeydi. Bir de giderken bize "burada adres sorun adres tarif etmeyi çok severler" dedi. Sorduk. Hakikaten seviyorlarmış. Bir dayıya adres danıştık mesela... Heyecanla tarif etti. İzahını anlayıp tam hareketlendik... Tarifi teyid için durdurdu bir daha tarif etti... Teşekkür edip biraz yürüdük, yemin ediyorum, elektrik trafosunun ardından aniden belirip bir daha tarif etti. Gerçekten bu küçük sosyal deney bize Anteplilerin adres tarif etmeyi ne kadar sevdiklerini gösterdi.

Bütün Çarşıyı gezdik. Şansımıza (!) gittiğimiz zaman Gaziantep'te "fıstık festivali" varmış. Festival deyince biz de uluslararası boyutta bir organizasyon sandık. Ama tek gördüğümüz Ankaralı seymenlerin gösterisiydi. Konuştuk bir de yakın mahalleden komşu çıktı adamlar. Bir anda adamların "fan"ıymışız, hayranıymışız, "groupie"siymişiz de ta Ankara'dan onları izlemeye gelmişiz gibi bir imaj oluştu. Zorla da olsa izledik. İnsanları normal olarak Ankara'da karşılamayı misyon edinmiş seymenler bizim karşımıza ironik olarak 700 Km ötede çıktılar. "Angara" ortamından kurtulamıyorduk.

Kısa keselim günübirlik gezimizde zaman otobüsün kalkış zamanına bir türlü varamıyordu. Biz de tüm çarşıları gezdikten sonra meşgale arıyorduk. Fıstık festivali kesmemişti. Her bulduğumuz aktiviteye atlıyorduk ki karşımıza cam müzesi çıktı. İçeri girdik. İçerde Japon turistler ve bir tane şımarık çocuklu Türk ailesi vardı. Rehber içeriyi gezdirmeye başlamıştı. Peşlerine takıldık. Rehber birkaç tarihi eseri anlattı. Japonlar tabiatları gereği her gösterilene çok şaşırdılar. Ben iki üç espri yaptım. Arkadaşım dışında kimse gülmedi. Tiyatroda komedi oyununa gülmeyenlere neden Japon denildiğini orda anladım. Ya da Türkçe'leri kötüydü bilemiyorum. Gerçi Türk aile de gülmüyordu. Neden sonra bize, müşterilere kallavi bir paraya sattıkları cam ürünlerini göstermeye başladılar. Tüketim mezubahis olunca grup daha bir ciddileşti. O esnada arkadaşım da Çorumlu olmasına rağmen esprilerime "entel gözükeyim de şu idneyi tek başına kınasınlar" der gibi gülmemeye başladı. Baktım yalnız kalıyorum Türk ailesine yaşlı esprisi yapmaya başladım. "Enişte bey hanım seni batıracak kıfskıfskıfs" falan dedim. Gülmeye başladılar. Aramızda elektrik oluştu. Zekice (!) esprilerim yerini bulmuştu. Yol arkadaşım da yine Çorumlu olmasına rağmen esprileri anlıyormuş gibi gülmelerimize katıldı. Sonra dağıldık...


Fakat zaman yine geçmek bilmiyordu. Ve yine o gün ne tesadüftür ki şehirde Gaziantepspor - Fenerbahçe maçı vardı. Ben arkadaşa girelim de izleyelim zaman geçer dedim. Vay dilim lal olaydı da demeyeydim. Gittik stad önüne dedik biz Gençlerbirliği taraftarıyız Ankara'dan geliyoruz. Hemen kolumuzdan tuttular bize bilet aldılar. Yardımcı oldular ve turnikenin oraya bıraktılar. Asıl Turnikenin oraya gitmez olaydık. Arkadaş bir maça girmek içinde bu kadar kaos barındırır mı? Hindistan'da sabah trenine daha rahat binerim. Ezilme tehlikesi geçirdim resmen. Koskoca adamlar olarak o izdihamda dalga dalga bir oraya bir buraya savrulduk. Bir ara ben o kalabalık çemberin dışına bile atıldım. Tam çizgi filmlerdeki toz bulutu... Neyse ki içeri girebildik. Gerçi girerken kapıdaki güvenlik görevlisi, memlekete götüreceğim baklavalara "güvenlik" gerekçesiyle el koymaya niyetlendi ve baya da ciddiydi ama Angaralılığım sayesinde tek yumrukla ve birkaç galez küfürle adamı ikna etmeyi başardım.

İçerde daha acayip bir ortam bizi bekliyordu. Kale arkası tam fanatik grup. Bizim Gençlerbirliği taraftarı gibi "aşırı kibar" değiller. Zaten olmasın da benim ufak tefek yoldaşı iki kolundan havaya kaldırıp "laylay laaay" tezahüratına katmaları hoş olmadı ehehe. Gol olunca sahaya atarlar diye de düşündüm ama Allahtan yapmadılar. Onu yapmadılar ama önde bi eleman vardı elinde bir sopa bağırmaya indiriyordu. Korkudan yılların fanatik Anteplisi gibi tezahürata katıldık. Bazılarını bilmesek bile gayret geyretli alkışladık. Sopa korkusu bizi Antepli yaptı.

Sonra işte geri dönüş yoluna koyulduk. Yalnız geri dönerken gariplikler peşimizi bırakmadı. Mola yeri olan Aksaray Kampüs Dinlenme tesisleri gariplikleriyle zihinlerimizde yer etti. Gemi ve uçak şeklinde kafeler vardı hem de orijinal boyutlarında. Bir de siyahi çalışan vardı. Geldi bizle Türkçe konuştu. İşsizlikten falan bahsetti (Zencisiyle beyazıyla bir siyaset mozaiği Aksaray). İstanbul Aksaray'dan il olan Aksaray'a gelmiş. 3 ayda Türkçe öğrenmiş. Köyde kalıyormuş falan. Sizin de yolunuz düşerse ismini unuttuğum bu abiyle bi sohbet edin. Böyle Lynch filmi seti gibi ortam... Zaten Aksaray'da kime sorsanız gösterir. Ortam fantastik zaten. Yaşı çok ufak ama benden yaşlıymış gibi davranan bir çalışan, aşırı makyajlı kadın personel falan da var. Bir kamera koysanız Utah Sinema Günleri'nde ödül garanti (böyle bir festival var mı emin değilim ama sanat filminin bilinmeyen yerlerde ödül alması meşhurdur). Aşağıdaki fotoda Dinlenme Tesisi sahibinin fotosunu görüyorsunuz. Nam-ı diğer Kaptan-ı Derya (Afrikalı tayfası bile var).




Seyahatimiz burda sona erdi. Haftaya yol hikayesinin ikinci kısmı ile beraber olacağız. Bu sene leyleği havada gördüm ellaam çok gezdim. Sözlerime burda son verirken Antep'te gördüğüm bir ilanla sizi başbaşa bırakıyorum. Görüşmek dileğiyle...



30 Temmuz 2011 Cumartesi

İnceleme Yazıları Bölüm 1: 90'ların Enteresan Rock Grupları

Geçen gece tivitır ünlüsü arkadaşım (benim ünlü arkadaşlarım da var) Brudermartin ile konuşurken aklıma geldi, dedim ki 90'larda ne acayip rock müzik yapıldı. O da o sıra başka muhabbette olduğu için cevap vermedi. Ben monolog şeklinde kendi kendime söylendim ve siz çok değerli ve kadirşinas okurlarım için düşündüklerimi satırlara dökmeye karar verdim. 90'larda rock müziğin dinleyicileri nelerle muhatap oldu buyrun bakalım;

1. AYNA


Erol Köse'nin rock camiasına zulmünün ilk halkası Ayna... Bir Kafkas şarkısının yeniden aranjesi olan "Gurbette yorgun düştüm be ceylan (seks turizmi), hasret tükettim bittim be ceylan" şarkısıyla hayatımıza girdiler. Üst üste albüm yaptılar. Grubun en önemli özelliği iki frontmanın (öndeki adamlar) doğuştan gözlüklü olmasıydı. Bunlar kliplerinde falan gözlüklerini hiç çıkarmıyorlardı. Ama bunun üzerine espri yapmayacağım çünkü zamanın şov programlarında yerden yere vurulduydu bu konu zati.

Burda grupla ilgili dikkatimi çeken daha değişik noktalar var. Mesela 3 elektro 1 bas gitarla piyasaya çıkmıştı topluluk... Şimdi elin oğluna bizim dört gitarlı grubumuz var desen, bu topraklarda çılgın gibi heavy metal yapıldığını zanneder. Ritimiydi, solosuydu coşuyoruz zanneder ama gel gelelim ortaya "Ölünce sevemezsem seni (nekrofili içeren şarkı)" çıktığını dile getirsek çember olup sırayla tükmüğe boğarlar bizi.

Gerçi 3 elektro gitar dediğime bakmayın. Aslında iki elektro gitar... Çünkü "Ayna'nın keli" Cemil kuvvetle muhtemel gitar çalmayı bilmiyordu ve Erol Köse "Cemil hariç herkesin bir enstrumana istidati var ama çocuğun da eli sahnede boş kalmasın" demişti. Fakat adamcağızın eline zorla tutuşturulan gitar, Cemil'de marangozun eline düşmüş odun etkisi yapıyor ve sakil duruyordu. Bu soruna yıllarca çözüm bulamayan Ayna grubu daha sonra çareyi Cemil reisi kovmakta buldu.

Bir de bu Ayna'nın kliplerinde sevgiliyi götüren, tenhada mıncıklayan, kızın memelerini sıvazlayan hep Erhan olurdu... Garibim Cemil de Erhan'ın sevgilisi için hapse mapse düşerdi.Cemo'yu sindirmişlerdi. Zira bir gün olsun "Ya Erhan'cığım çok afedersin ama benim de bazı ihtiyaçlarım var. Senin Manitanın kızlı ortamına bizi de soksana" demedi. Hep Erhan'ın hanımı tecavüzden kurtarmaya falan çalıştı.

Gruptaki diğer tek tip personel kıyafetli elemanları hiç tanıyamadık. Athena'nın sürekli değişen basçısı ve davulcusu hesabı (ikizin zulmü yaman olur) bilemedik onları. Bir tek Uzun saçlı, sürmeli, Ayna'da değil de black metal grubunda çalıyormuş endamına sahip gitarist vardı. O solo albüm yaptı ama ne albüm?! Tam türkü bar için hazırlanmış bir çalışma. Kulağımı kesselerdi de dinlemez olaydım.

Neyse Ayna gözlükleriyle ve enteresan klipleriyle zamanında fenomen oldu ama zalım populer kültür onları da tarihin tozlu sayfalarına gömdü. Aşağıda gözlüklerinden kurtulmuş, burunları rahatlamış Ayna elemanlarını göreceksiniz. Bu da size benden kıyak olsun;






2. Kim Bunlar;


Önce Prestij Müzik Ailesi'nden (Mahsun, Alişan, İzzet ve diğerleri) fırtlayan bu grup nedense Beatles gibi imaj belirlemişti. Bence başarısız bir girişimdi. Çünkü grubun hitap ettiği profil Liverpool müzik kültürüne uzaktı. Zaten Liverpoollu bir adamın "Bahçası var bağı var ayvası var narı var" diye şarkı söylemesi ancak paralel evrenlerin birinde mümkün olabilirdi.

Neyse bu saçları liseli ergenler gibi kestirilen grup, Türkü mürkü kavırlarıyla piyasaya atıldı. Aslında grubun beyni Ozan Kotra çok sağlam bir müzik adamıydı ama işte para şöhret tatlı geldi zaar o zaman. Bunlar bir döneme damgasını vurdu gerçekten ama. Bende de albümleri var. Fakat Allah'ın gücüne gitmesin ama 4 çirkin heriften mürekkep bu gruba daha fazla katlanamadım. Zaten atabarı, deriko saçın iki kat, dağlar kızı Reyhan falan bir zaman sonra ıstırap oldu.

Zati daha sonra da grubun adı değişti, Flört oldu. Eli yüzü biraz düzgün sarışın gitarist gitti yerine grubun yakışıklılık ortalamasına uygun bir gitarist geldi. Fakat grup bir anda nefis müzik yapmaya başladı. Punk gibi, değil gibi soundlarıyla harbiden bomba işler yaptılar. Mesela "yalnızlık mevsimi" adlı şarkılarıyla (bu punk değildi la) benim lise dönemlerimde yaşadığım drav sevdalara tercüman oldular. Volkmende dönüp durdu albümleri...


3. Grup Destan;


Yanlış hatırlamıyorsam bir Şahin Özer Plakçılık (şahin kafası logolu) iştiraki olan Destan grubu da (böyle müzik gurubu ismi mi olur la?!) binbeşyüz yıllık Türkülerden (türkü özel isim mi değil mi kararsızım) medet ummuştu. Grubu diğer rock topluluklarından ayıran iki özellik vardı. Gitarın olup davulun olmayışı ortaya koydukları farklardan biriydi. Diğeri ise, milletçe sadece Gülpembe klibinde gördüğümüz gitar gibi çalınan klavyeyle müzik yapmalarıydı. - Bu arada rahmetli Barış Manço da klipte bu enstrümanı öyle bir kullanıyordu ki böyle sırayla tuşlarına basa basa... Uzay silahı gibi-... Bu Destan grubu klavyeye ve vokalin at misali yorumuna (ahiiiy ahihihiiiy) sırtını dayadığı için başarılı olamadı. Silindi gitti.

Vokal eleman daha sonra genç oyuncuları sepetleyip yerine mevkisinin tecrübeli ismi Ayna Cemil'i kadrosuna kattı ama bu Levante projesi tadında transfer beklenen etkiyi yapmadı. Zira albümleri gerek albüm ismiyle (Aşka geldik), gerek kapak fotoğrafıyla bir grup çalışması değil daha çok "gay pride" afişi gibi duruyordu.


Ayrıca Cemil Ayna'dan kalma gözlükleriyle gruba dahil olmuştu. Bir çok suça bulaşan (levyeyle adam zıbartma) bu gözlük bize o kötü günleri hatırlatıyordu... Başarılı olamadılar en nihayetinde...

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Yaz Yazıları Bölüm 2: Yalnızca Yazın Görülebilecek Şeyler

Pepe Başgan olarak, yazın sıkılmayın diye hemen yeni bir yazı düşündüm ve bu çıktı... Yazın hangi olayları görüp dikkat etmiyorsunuz buna bakmaya karar verdim işte. Buyrun beraber başlayalım.

A) Tişörtle Gezen Okul Müdür Yardımcısı (veya müdür);




Okuldan karneyi almaya gittiniz (eskiden okul kapandıktan 10 gün sonra veriliyodu karneler hey gidi), o yaz sıcağında okulun içine girdiniz. Tak!! karşınıza kim çıktı?! Müdür yardımcısı. İşte size çocukluk travması. Hep takım elbiseyle gördüğünüz adam enine çizgili tişörtle karşısınıza çıkıyor. Gözleriniz dolu dolu. Otoritesi sarsılıyor resmen. "Bu sıcakta isilik mi olaydım" der gibi size bakıyor. Biliyor ne halt ettiğini bize. Yapma hocam bari şu sigara paketini cebinde taşıma.

Bunun gibi bir de okulun son günlerinde önlüğün altına şort giyen bebe var o da travma. Mesafeli yaklaştım hep o arkadaşlara. Çok özgüvenli arkadaşlardan hep korkmuşumdur. Gerçi çoğu aldı yürüdü biz sümsüklükten hep geride kaldık. Hep yitiklendik.






B) Otel-Tatil Köyü Tanıtımlarında Tava Yakan Adamlar:


Eskiden daha çok vardı. Şimdi son durumu bilmiyorum. "Asya Tur'la Tatil Keyfi" başlığında kanallarda dönerdi. "Aşçımız (şimdi ismi şef oldu bre breh) o kadar maharetli ki gün aşırı tava yakıyor. İnan teflon dayandıramıyoruz" mesajıyla reklamlarını yapan otellerin gider kaleminde tava büyük yer taşıyordur eminim. Bu tava yakan aşçı görüntüsü genelde "açık büfe yemeklerimizle unutulmaz bir tatil sizleri bekliyor" diyorlar bi de. Açık büfe dediği de karpuzlar dilim dilim, salataların biri domatesli biri domatessiz. Bu herşey dahil işi çok geriye götürdü bacasız sanayimizi.

Neyse efendim bir de bu otel tanıtımlarında havuza atlayıp; dalıp çıktıktan sonra kokteylini yudumlayan tipler de oluyordu hep. Genelde de kadın oluyordu bu atlayanlar (çıkınca sevgili havuz kenarında bekliyor bu arada). Ben bu kokteyl işini denedim. Havuz kenarına koydum içkimi. "Kırılır. Ortalık batar" diye reddetiler. İşte ucuz tatil arayınca böyle oluyor.

Bir de tüm mutfak personelinin açık büfe tezgahının önünde eller arkada pozu olur broşürlerde. Sanırsın içerde bir lezzet yarışı var. Reel hayatta o da yok tabi. Aynen broşürde olimpik görünen havuzun otele gidince çocuk havuzundan hallice olması gibi...

Çok dertliyim bu konuda bak konu nerlere geldi. Geçelim;



C) Meydanda Portre Çizen Ressam ve Merakla Bekleşenler;



Fotoğrafa bakmayın. Gene uygun görsel bulamadığım için kış mevsiminden bir fotoğraf olmuş. Neyse efendim her yazlık yerde mutlaka bir portreci olur. Geçici dövmeci gibi. Neden bilmiyorum. Bizim valide de yaptırmış mesela zamanında, evin duvarına asılı üstünde; "1989 Bodrum"  diye yazıyor. Ama hiç anamla alakası yok. Gavga çıkmış zaten o gün. "Bu bana hiç benzemiyor" diye. Neyse bu portre işi 80'lerden beri bitmeyen bir sektör. İlgi de görüyor ki nesilden nesile aktarılıyor. Karakalemi var, at ağızlı çizimi var (karikatürünüz çizilir), renkli çıktılısı var. Baya da pahalı. Ressamlık kazandırmıyor derler bi de. Bu portrecinin sağında solunda da reklam amaçlı çizilmiş resimler vardır. İşte o dönem kim meşhursa onların karikatürleri; Baba Bush, Akrep Nalan (Halikarnas taa geçen yaz yasladım sana), Bülent Ersoy vs. "Ay ne kadar da benzetiyor" oyununa gelirsin sen de.

Neyse asıl konu ressam değil. Bütün akşamını ressamın arkasında geçirenler. Tatili ucuza getirmek böyle bir şey olsa gerek. Diskoya bara para vermeyip ressamın arkasında "benzeyecek mi acep" motivasyonuyla bekleşmek çok ekonomik. O büyük kalabalığın amacı, beklentisi ve eğlence anlayışı nedir?! Neden saatlerce hipnoz ayini gibi kitlenir kalırlar anlamıyorum. Anlayan varsa bi anlatsın. Bir dağılın bi nefes alsın la adam!

90'larda bir de yazlık yerlerde "pirince isim yazma" diye bir şey çıkardılar ama o çok tutmadı. Ya da yapanlar gözlerinden oldu. Kolay değil tabi.


D) Yaz Sıcağında Mal Mal Gezen Yalnız Çocuk;







Ya bu görsel de biraz hüzünlü oldu ama idare edin.


Arkadaşları dışarı çıkmayınca, onları bulamayınca (oğlum aşşağıda yeni dondurmacı açılmış oraya gittik stayla) tek başına gezen; bütün gün anlamsızca  taş tepen, köpek kovalayan, sopa bulup toprak kazan gariban bir çocuğun hikayesinden bahsediyoruz. Çok hüzünlüymüş evet. Gerçi insanı güçlü yapıyor. Ben böyle böyle birey oldum.

Neyse gözlerim doldu. Bitireyim yazıyı. Şaka lan dolmadı.

devam edebilir...

26 Haziran 2011 Pazar

Yaz Yazıları Bölüm 1: Düğünler

Merhaba blogumuz kış uykusundan yazlık yazılarla uyanıyor. E malum artık yaz mevsimindeyiz, yani bir anlamda düğün mevsimi (berbat gazete köşe yazısı girişi), mutluluğa giden bu yolda ben de bu yaz evlenecek genç çiftlere yardım olsun diye bu satırları yazıyorum. Ancak siz entellerin düğünlerinden bahsetmiyorum tabi. Siz Amerikan filmlerindeki gibi evleniyorsunuz ki bu inanılmaz sıkıcı. Zaten TV'de ne görseniz istiyosunuz. Neyse Hazırsanız başlayalım;


A) Düğün Orkestrası;
  



 Orkestra dediysek öyle aklınıza envai çeşit vurmalılar, üflemeliler, tuşlular gelmesin. Bizim ülkemizde (özellikle İç Anadolu'da) düğün orkestrası ekseriyetle iki kalemden oluşur. Org ve bağlama. Bu japonlar orgu bulduklarında içine hazır demo ritmler koyduklarında koca bir ülkenin kültürünü değiştireceklerini tahmin etmemişlerdir. Ama arkadaş bu kadar da kolaya kaçılmaz. Bağlamanın o dongdiri tınısının ıstırabına ise diyecek sözüm yok. Nota yok, usül yok, ses sonuna kadar açık... Öğlen başlayıp bitmek bilmeyen Ankara havaları. Yıllardır atım arap yıllardır caney caney. Neden gelişmiyor bu repertuar, neden orkestranın mesaisi bundan ibaret...

Bir kere de Artvinli düğününe denk geldim ben. Onların durumu daha vahim. Salt tulumla katılımcılara eziyet. İlk 5 dakika farklı geliyo bak iyi geliyo... Sonrası tarifsiz bir eza, inanılmaz bir ceza... Ziviiiiy Ziviiiiy Ziviiiy (Elinizde yarım altınla 3 saat bunu dinlediğinizi düşünün).

B) Düğüne Gelen Bebeler;
  


Bunlar en şık katılımcılar. Neden bilmem küçük kızlar gelin gibi, oğlanlar damat gibi giydiriliyor. O erkek çocukların o hallerini görünce, böyle sanat filmindeki cüce mafyatik elemanlardan mürekkep bir ortama düşmüşün gibi hissediyorsun. Arkadaş Orta Anadolu'da nası bir üreme sistemi var biri bana açıklasın. Adamlar attığını vuruyor zaar. Her ailede 3-4 çocuk. Ortada koşturuyorlar falan. Gecenin sonunda en az bir tanesinin düşmeye bağlı travmadan ağzı burnu kanıyor. Düğün kana bulanıyor. Üstüne üstlük yaşı daha küçük bebekler var ki oy oy. Onlarla eğleniyor kitle. Ortada bebek yaşta denilebilecek bir bebe... Yürüyemiyor bile (şiir gibi gidiyor lan cümle) habire elleriyle yeri tuta tuta sağa sola sallanıyor herkes gülüyor. Allah ne diyeyim bilemiyorum.

C) Damadın Bekar Arkadaşları vs Gelinin Bekar Arkadaşları;




Düğünde özellikle erkekler için "bekar masası" diye bi kavram var. Bunlar potansiyel DNA saçma silahları olduğundan arkalarda kimsenin görmeyeceği yerlerde oturtulur. Bu ayıspor kafilesi içkisiz düğüne sıvı haldeki günahtan sokarlar. Genelde votka tercihleridir. İçip oynarlar. Oynarlar dediysem öyle "karı gibi(!)" değil. Bildiğin odun gibi oynarlar (erkeksi danslar vol 1). Kolları aça aça böyle...  İşte bunlar arada çok afedersiniz bekar kızları keserler. Tabi bulunulan ortam evliliği refere ettiği için bunlar her kıza o an aşık olurlar filan falan (bunun psikolojide bi adı vardı ya)...




Kızlar için ise şöyle bir durum var. Bekar kızlar biliyorsunuz bizim külütürümüzde evde, sıhhhi, güvenilir ve ışık olmayan ortamda yetiştirilir. Sokağa salınmaz. Zira sokağa salınan kızı ellerler. Kaç kere gözümün önünde ilk defa sokağa çıkmış kızları mıncıklayıp kaçtılar. Ortam çok bozuldu hacı dayı. Neyse bu sera koşullarında büyüyen kızların sosyalleşebildiği tek ortam düğünlerdir. Düğünlerde kendilerini gösterebildikleri kadar gösterirler. Şıkır şıkır giyinenler, oynayanlar falan...

İşin seksüel boyutu bir yana bu kızların bir görevi daha vardır. Düğün içinde slayt şovda (bu da yeni adet çıktı la Mustafa Ceceli şarkısında çocukluk fotoları) gelin kızın ailesinden bir kız -gelinin anası, bacısı vs- ağlar. Diğer kızlar artık "ağlayan kızın yanında bekleşen" kızlardır. Yalandan teselli ederler ağlayanı. "ama bak ne kadar mutlu" falan diye slogan üretirler vs.

Böyle olur işte erkek kız yani. Ne olacağdı ya barlardaki gibi ortam mı bekliyodunuz?! Diğer slaytımıza geçelim!



D) Düğün Sonrası Arabalara Yerleşme Kaosu;



İşte en mühim mesele. Düğün bitti. Sarhoş dayı, amca, kuzen yanınızda belirdi. Çoluk çombalak bekliyor. Nası geri döneceksiniz. İşte bu noktada bir karmaşıklık, bir kaos başlıyor. Bu kaosun içinde şunlar duyulur mutlaka. "Muarrem sen Hacer yengemleri al, ben de dayıoğlunun arabayla halamgili bırakayım", "Selim sen kullanma bak içki içtin. Kaynatamları Salih bırakıversin" gibi... Bu noktada bir organizatöre ihtiyaç olur mutlaka. Ama gerçeği söylemek gerekirse daha kimsenin açıkta kaldığını görmedim. Yani yoldan geçen herhangi biri o bekleşen gruba entegre olsa; gideceği yere bırakırlar. O yüzden düğün çıkışlarını kaçırmayın derim.


İşte böyle... Yine bir yaz halaylarla, türkülerle, simli ve şallı kadınlarla, ölümüne fönlenmiş saçlarla geçip gidecek...

28 Şubat 2011 Pazartesi

Pepe Başgan On-Air

8 Mart Salı Saat 18:00'de Radyo Bilkent'teyim gardaşlar. 96.6 frekansında  (http://www.radyobilkent.com) Ekşi Sözlüğü konuşacaz. Gerçi bizim gibi garibanı böyle çağırıyorlar sonra hasta düşüyoruz gidemiyoruz. Kesin bende nazar var hacı.