18 Ekim 2011 Salı

Pepe Başgan İle Yol Hikayeleri 1: Anteb'in Hamamları

Öncelikle şunu söyleyeyim çok gezen bilmiyormuş. Son 1,5 ayda çok gezdim ama hala bir semelik var bende. O yüzden o meşhur soruyu cevaplayarak başlamak istedim. Çok okuyan bilir...

                 Şekil 1-a: Ülkemizin her köşesi cennet ama tanıtmasını bilmiyoruz

Toplamda baya bir KM yaptım. Nice yüzler gördüm, nice hikayeler duyd... Eheheh şaka lan şaka hep it gibi gezdim. Şimdi gezdiğim yerlerde başıma gelen ve kah güldürüp kah ağlatan durumları buraya yazacağım.

1. Gaziantep:

Önyargıyla yaklaşmadan gitmek lazım buraya kesinlikle. Bir kere çok gelişmiş bir şehir. Hakikaten doğudaki tüm illere zaman zaman verilen "Doğu'nun Paris'i" sıfatını hakediyor. Yemek kültürü konusunda ise söylenilen her şeyi karşılıyor. Neyse gelelim hikayelere;

Gaziantep'e arkadaşla beraber iki kişi gittik. Giderken de tercihimizi Çayırağası Turizm'den yana kullandık. Ben ki bir çok isimsiz ve vizyonsuz firmayla seyahat ettim ama bu derece 90'larda takılıp kalmış bir firma görmedim. Bir kere ne topkek var ne piskevit. İki kere çay veriyolar tamam. Sonra memur babam gibi düşünüyor olacaklar ki koltuk arkası televizyonları kapatıyorlar (makina azcık dinlensin). Sonra açıyorlar teybi kasette Harun Kolçak (Perma Harun), Bulutsuzluk Özlemi falan var düşün... Bir de otobüsün içinde sigara yakabilsek tam 90'ların başındaki uzun yol atmosferini yakalayacağız.

Zaten firmanın gudikliğini daha yola çıkmadan anlamıştım. Zira bagajımı verip otobüse binerken yaşlı şoför abimiz, sempatiklikten zerre nasiplenmemiş hostes kızın yanağından makas alıp şirinlik yapıyordu. Şoför dayı o halterci ve belli ki işini hiç sevmeyen kadına öyle kur yaptığına göre hanımı ya ölmüştür ya da çile dolu eza dolu bir evlilik yaşıyordur diye düşündüm ve inanın yokluk nedir, insanda tezahürü nasıldır o anda gördüm. Zaten abla nasıl suratsızsa öndeki teklifsiz tüybıyık ergeni bile ürküttü. Çocuk yol boyunca su isteyemedi. En son Antep garında yanında 5 kiloluk damacanayla gördüm bebeyi.

Şehre indik. Şehir içi otobüs durağına gittik. Halk otobüsüne bindik. Meğer Ankara'daki gibi omza dokunmalı, imeceli bir para uzatma sistemi yokmuş. Kimin omzuna dokunduysam bana garip garip baktı (dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe/ sırf  otbüz Ankara'daki dolmuşa benziyor diye/ usulca dokunup/ uzatır mısınız dedim). Ben elimde para omuzlara dokuna dokuna şoförün yanına kadar geldim. Ha şimdi burdan Gaziantepli kardeşlerimize bir dokundurma yaptığımı çıkarmayın. Toplu taşım teamülleri böyle zahir. Yoksa az sonra da örneklendireceğim üzere 10 numara insanlar hakikaten. Bizim gördüklerimiz öyleydi yani. Bu arada hoşgörü var gerçekten şehirde. Zira iki tane eşcinsel olduklarını sohbetleri esnasında dile getiren arkadaş, kıyafetleriyle bir altkültürü de temsil ettiklerini belli ederek ve biraz da kamuoyunda -yanlış- karikaturize edilen eşcinseller gibi davranak otobüse bindiler. Bir kişi de dönüp bakmadı. Bizim bu İç anadolu'da olsa feci fenalıklar yaparlar mesela. Bu da sizin için turistik bir kriter olabilir diye anlattım.

 
Neyse efendim merkezde bizi, sağolsun, sözlüğün önemli ismi Jokond karşıladı. Davullarla halaylarla. Şaka şaka. Ama takım elbise giymişti hakikaten. Gerçi ben bana duyduğu sevgiden dolayı böyle bir şey yaptığını düşündüm lakin kendisi kamu çalışanıymış. Sonra tahminim yarım ağızla söylediği (eheh) "haydi İmam Çağdaş'a götüreyim sizi" lafını hemen kabul ettik. Jokond o arada yaşadığı şehri tanıttı. Biz alinazik yerken onu pek dinlemedik (ben hayatımda bu kadar lezzetli ve bu kadar sarımsaklı bir öğün yemedim). Sonra kalkıp giderken Joko başgan "sizi ben ağırlıyorum" diyerek hesabı ödedi. Hayatımda mahçup olmadığım kadar mahçup oldum bu nefis jest karşısında. Hakikaten mecbur olmamasına rağmen büyüklük yaptı. Biz tam Anadolu çocuğu olmadığımız için bu jeste bayıldık. Giderken de gezilecek yerleri tarif etti. Ancak "yürüme mesafesi" diye tarif ettiği yerlere 4,5 saatte falan ulaştık. Artık hesap ne kadar geldiyse... Ehe şaka la. Adam zaten çoluğun çocuğun rızkını bizim gibi bıyıklılara bağlamış üstüne bir de kızdırmayalım. Hakikaten yürüme mesafesindeydi. Bir de giderken bize "burada adres sorun adres tarif etmeyi çok severler" dedi. Sorduk. Hakikaten seviyorlarmış. Bir dayıya adres danıştık mesela... Heyecanla tarif etti. İzahını anlayıp tam hareketlendik... Tarifi teyid için durdurdu bir daha tarif etti... Teşekkür edip biraz yürüdük, yemin ediyorum, elektrik trafosunun ardından aniden belirip bir daha tarif etti. Gerçekten bu küçük sosyal deney bize Anteplilerin adres tarif etmeyi ne kadar sevdiklerini gösterdi.

Bütün Çarşıyı gezdik. Şansımıza (!) gittiğimiz zaman Gaziantep'te "fıstık festivali" varmış. Festival deyince biz de uluslararası boyutta bir organizasyon sandık. Ama tek gördüğümüz Ankaralı seymenlerin gösterisiydi. Konuştuk bir de yakın mahalleden komşu çıktı adamlar. Bir anda adamların "fan"ıymışız, hayranıymışız, "groupie"siymişiz de ta Ankara'dan onları izlemeye gelmişiz gibi bir imaj oluştu. Zorla da olsa izledik. İnsanları normal olarak Ankara'da karşılamayı misyon edinmiş seymenler bizim karşımıza ironik olarak 700 Km ötede çıktılar. "Angara" ortamından kurtulamıyorduk.

Kısa keselim günübirlik gezimizde zaman otobüsün kalkış zamanına bir türlü varamıyordu. Biz de tüm çarşıları gezdikten sonra meşgale arıyorduk. Fıstık festivali kesmemişti. Her bulduğumuz aktiviteye atlıyorduk ki karşımıza cam müzesi çıktı. İçeri girdik. İçerde Japon turistler ve bir tane şımarık çocuklu Türk ailesi vardı. Rehber içeriyi gezdirmeye başlamıştı. Peşlerine takıldık. Rehber birkaç tarihi eseri anlattı. Japonlar tabiatları gereği her gösterilene çok şaşırdılar. Ben iki üç espri yaptım. Arkadaşım dışında kimse gülmedi. Tiyatroda komedi oyununa gülmeyenlere neden Japon denildiğini orda anladım. Ya da Türkçe'leri kötüydü bilemiyorum. Gerçi Türk aile de gülmüyordu. Neden sonra bize, müşterilere kallavi bir paraya sattıkları cam ürünlerini göstermeye başladılar. Tüketim mezubahis olunca grup daha bir ciddileşti. O esnada arkadaşım da Çorumlu olmasına rağmen esprilerime "entel gözükeyim de şu idneyi tek başına kınasınlar" der gibi gülmemeye başladı. Baktım yalnız kalıyorum Türk ailesine yaşlı esprisi yapmaya başladım. "Enişte bey hanım seni batıracak kıfskıfskıfs" falan dedim. Gülmeye başladılar. Aramızda elektrik oluştu. Zekice (!) esprilerim yerini bulmuştu. Yol arkadaşım da yine Çorumlu olmasına rağmen esprileri anlıyormuş gibi gülmelerimize katıldı. Sonra dağıldık...


Fakat zaman yine geçmek bilmiyordu. Ve yine o gün ne tesadüftür ki şehirde Gaziantepspor - Fenerbahçe maçı vardı. Ben arkadaşa girelim de izleyelim zaman geçer dedim. Vay dilim lal olaydı da demeyeydim. Gittik stad önüne dedik biz Gençlerbirliği taraftarıyız Ankara'dan geliyoruz. Hemen kolumuzdan tuttular bize bilet aldılar. Yardımcı oldular ve turnikenin oraya bıraktılar. Asıl Turnikenin oraya gitmez olaydık. Arkadaş bir maça girmek içinde bu kadar kaos barındırır mı? Hindistan'da sabah trenine daha rahat binerim. Ezilme tehlikesi geçirdim resmen. Koskoca adamlar olarak o izdihamda dalga dalga bir oraya bir buraya savrulduk. Bir ara ben o kalabalık çemberin dışına bile atıldım. Tam çizgi filmlerdeki toz bulutu... Neyse ki içeri girebildik. Gerçi girerken kapıdaki güvenlik görevlisi, memlekete götüreceğim baklavalara "güvenlik" gerekçesiyle el koymaya niyetlendi ve baya da ciddiydi ama Angaralılığım sayesinde tek yumrukla ve birkaç galez küfürle adamı ikna etmeyi başardım.

İçerde daha acayip bir ortam bizi bekliyordu. Kale arkası tam fanatik grup. Bizim Gençlerbirliği taraftarı gibi "aşırı kibar" değiller. Zaten olmasın da benim ufak tefek yoldaşı iki kolundan havaya kaldırıp "laylay laaay" tezahüratına katmaları hoş olmadı ehehe. Gol olunca sahaya atarlar diye de düşündüm ama Allahtan yapmadılar. Onu yapmadılar ama önde bi eleman vardı elinde bir sopa bağırmaya indiriyordu. Korkudan yılların fanatik Anteplisi gibi tezahürata katıldık. Bazılarını bilmesek bile gayret geyretli alkışladık. Sopa korkusu bizi Antepli yaptı.

Sonra işte geri dönüş yoluna koyulduk. Yalnız geri dönerken gariplikler peşimizi bırakmadı. Mola yeri olan Aksaray Kampüs Dinlenme tesisleri gariplikleriyle zihinlerimizde yer etti. Gemi ve uçak şeklinde kafeler vardı hem de orijinal boyutlarında. Bir de siyahi çalışan vardı. Geldi bizle Türkçe konuştu. İşsizlikten falan bahsetti (Zencisiyle beyazıyla bir siyaset mozaiği Aksaray). İstanbul Aksaray'dan il olan Aksaray'a gelmiş. 3 ayda Türkçe öğrenmiş. Köyde kalıyormuş falan. Sizin de yolunuz düşerse ismini unuttuğum bu abiyle bi sohbet edin. Böyle Lynch filmi seti gibi ortam... Zaten Aksaray'da kime sorsanız gösterir. Ortam fantastik zaten. Yaşı çok ufak ama benden yaşlıymış gibi davranan bir çalışan, aşırı makyajlı kadın personel falan da var. Bir kamera koysanız Utah Sinema Günleri'nde ödül garanti (böyle bir festival var mı emin değilim ama sanat filminin bilinmeyen yerlerde ödül alması meşhurdur). Aşağıdaki fotoda Dinlenme Tesisi sahibinin fotosunu görüyorsunuz. Nam-ı diğer Kaptan-ı Derya (Afrikalı tayfası bile var).




Seyahatimiz burda sona erdi. Haftaya yol hikayesinin ikinci kısmı ile beraber olacağız. Bu sene leyleği havada gördüm ellaam çok gezdim. Sözlerime burda son verirken Antep'te gördüğüm bir ilanla sizi başbaşa bırakıyorum. Görüşmek dileğiyle...