18 Ekim 2011 Salı

Pepe Başgan İle Yol Hikayeleri 1: Anteb'in Hamamları

Öncelikle şunu söyleyeyim çok gezen bilmiyormuş. Son 1,5 ayda çok gezdim ama hala bir semelik var bende. O yüzden o meşhur soruyu cevaplayarak başlamak istedim. Çok okuyan bilir...

                 Şekil 1-a: Ülkemizin her köşesi cennet ama tanıtmasını bilmiyoruz

Toplamda baya bir KM yaptım. Nice yüzler gördüm, nice hikayeler duyd... Eheheh şaka lan şaka hep it gibi gezdim. Şimdi gezdiğim yerlerde başıma gelen ve kah güldürüp kah ağlatan durumları buraya yazacağım.

1. Gaziantep:

Önyargıyla yaklaşmadan gitmek lazım buraya kesinlikle. Bir kere çok gelişmiş bir şehir. Hakikaten doğudaki tüm illere zaman zaman verilen "Doğu'nun Paris'i" sıfatını hakediyor. Yemek kültürü konusunda ise söylenilen her şeyi karşılıyor. Neyse gelelim hikayelere;

Gaziantep'e arkadaşla beraber iki kişi gittik. Giderken de tercihimizi Çayırağası Turizm'den yana kullandık. Ben ki bir çok isimsiz ve vizyonsuz firmayla seyahat ettim ama bu derece 90'larda takılıp kalmış bir firma görmedim. Bir kere ne topkek var ne piskevit. İki kere çay veriyolar tamam. Sonra memur babam gibi düşünüyor olacaklar ki koltuk arkası televizyonları kapatıyorlar (makina azcık dinlensin). Sonra açıyorlar teybi kasette Harun Kolçak (Perma Harun), Bulutsuzluk Özlemi falan var düşün... Bir de otobüsün içinde sigara yakabilsek tam 90'ların başındaki uzun yol atmosferini yakalayacağız.

Zaten firmanın gudikliğini daha yola çıkmadan anlamıştım. Zira bagajımı verip otobüse binerken yaşlı şoför abimiz, sempatiklikten zerre nasiplenmemiş hostes kızın yanağından makas alıp şirinlik yapıyordu. Şoför dayı o halterci ve belli ki işini hiç sevmeyen kadına öyle kur yaptığına göre hanımı ya ölmüştür ya da çile dolu eza dolu bir evlilik yaşıyordur diye düşündüm ve inanın yokluk nedir, insanda tezahürü nasıldır o anda gördüm. Zaten abla nasıl suratsızsa öndeki teklifsiz tüybıyık ergeni bile ürküttü. Çocuk yol boyunca su isteyemedi. En son Antep garında yanında 5 kiloluk damacanayla gördüm bebeyi.

Şehre indik. Şehir içi otobüs durağına gittik. Halk otobüsüne bindik. Meğer Ankara'daki gibi omza dokunmalı, imeceli bir para uzatma sistemi yokmuş. Kimin omzuna dokunduysam bana garip garip baktı (dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe/ sırf  otbüz Ankara'daki dolmuşa benziyor diye/ usulca dokunup/ uzatır mısınız dedim). Ben elimde para omuzlara dokuna dokuna şoförün yanına kadar geldim. Ha şimdi burdan Gaziantepli kardeşlerimize bir dokundurma yaptığımı çıkarmayın. Toplu taşım teamülleri böyle zahir. Yoksa az sonra da örneklendireceğim üzere 10 numara insanlar hakikaten. Bizim gördüklerimiz öyleydi yani. Bu arada hoşgörü var gerçekten şehirde. Zira iki tane eşcinsel olduklarını sohbetleri esnasında dile getiren arkadaş, kıyafetleriyle bir altkültürü de temsil ettiklerini belli ederek ve biraz da kamuoyunda -yanlış- karikaturize edilen eşcinseller gibi davranak otobüse bindiler. Bir kişi de dönüp bakmadı. Bizim bu İç anadolu'da olsa feci fenalıklar yaparlar mesela. Bu da sizin için turistik bir kriter olabilir diye anlattım.

 
Neyse efendim merkezde bizi, sağolsun, sözlüğün önemli ismi Jokond karşıladı. Davullarla halaylarla. Şaka şaka. Ama takım elbise giymişti hakikaten. Gerçi ben bana duyduğu sevgiden dolayı böyle bir şey yaptığını düşündüm lakin kendisi kamu çalışanıymış. Sonra tahminim yarım ağızla söylediği (eheh) "haydi İmam Çağdaş'a götüreyim sizi" lafını hemen kabul ettik. Jokond o arada yaşadığı şehri tanıttı. Biz alinazik yerken onu pek dinlemedik (ben hayatımda bu kadar lezzetli ve bu kadar sarımsaklı bir öğün yemedim). Sonra kalkıp giderken Joko başgan "sizi ben ağırlıyorum" diyerek hesabı ödedi. Hayatımda mahçup olmadığım kadar mahçup oldum bu nefis jest karşısında. Hakikaten mecbur olmamasına rağmen büyüklük yaptı. Biz tam Anadolu çocuğu olmadığımız için bu jeste bayıldık. Giderken de gezilecek yerleri tarif etti. Ancak "yürüme mesafesi" diye tarif ettiği yerlere 4,5 saatte falan ulaştık. Artık hesap ne kadar geldiyse... Ehe şaka la. Adam zaten çoluğun çocuğun rızkını bizim gibi bıyıklılara bağlamış üstüne bir de kızdırmayalım. Hakikaten yürüme mesafesindeydi. Bir de giderken bize "burada adres sorun adres tarif etmeyi çok severler" dedi. Sorduk. Hakikaten seviyorlarmış. Bir dayıya adres danıştık mesela... Heyecanla tarif etti. İzahını anlayıp tam hareketlendik... Tarifi teyid için durdurdu bir daha tarif etti... Teşekkür edip biraz yürüdük, yemin ediyorum, elektrik trafosunun ardından aniden belirip bir daha tarif etti. Gerçekten bu küçük sosyal deney bize Anteplilerin adres tarif etmeyi ne kadar sevdiklerini gösterdi.

Bütün Çarşıyı gezdik. Şansımıza (!) gittiğimiz zaman Gaziantep'te "fıstık festivali" varmış. Festival deyince biz de uluslararası boyutta bir organizasyon sandık. Ama tek gördüğümüz Ankaralı seymenlerin gösterisiydi. Konuştuk bir de yakın mahalleden komşu çıktı adamlar. Bir anda adamların "fan"ıymışız, hayranıymışız, "groupie"siymişiz de ta Ankara'dan onları izlemeye gelmişiz gibi bir imaj oluştu. Zorla da olsa izledik. İnsanları normal olarak Ankara'da karşılamayı misyon edinmiş seymenler bizim karşımıza ironik olarak 700 Km ötede çıktılar. "Angara" ortamından kurtulamıyorduk.

Kısa keselim günübirlik gezimizde zaman otobüsün kalkış zamanına bir türlü varamıyordu. Biz de tüm çarşıları gezdikten sonra meşgale arıyorduk. Fıstık festivali kesmemişti. Her bulduğumuz aktiviteye atlıyorduk ki karşımıza cam müzesi çıktı. İçeri girdik. İçerde Japon turistler ve bir tane şımarık çocuklu Türk ailesi vardı. Rehber içeriyi gezdirmeye başlamıştı. Peşlerine takıldık. Rehber birkaç tarihi eseri anlattı. Japonlar tabiatları gereği her gösterilene çok şaşırdılar. Ben iki üç espri yaptım. Arkadaşım dışında kimse gülmedi. Tiyatroda komedi oyununa gülmeyenlere neden Japon denildiğini orda anladım. Ya da Türkçe'leri kötüydü bilemiyorum. Gerçi Türk aile de gülmüyordu. Neden sonra bize, müşterilere kallavi bir paraya sattıkları cam ürünlerini göstermeye başladılar. Tüketim mezubahis olunca grup daha bir ciddileşti. O esnada arkadaşım da Çorumlu olmasına rağmen esprilerime "entel gözükeyim de şu idneyi tek başına kınasınlar" der gibi gülmemeye başladı. Baktım yalnız kalıyorum Türk ailesine yaşlı esprisi yapmaya başladım. "Enişte bey hanım seni batıracak kıfskıfskıfs" falan dedim. Gülmeye başladılar. Aramızda elektrik oluştu. Zekice (!) esprilerim yerini bulmuştu. Yol arkadaşım da yine Çorumlu olmasına rağmen esprileri anlıyormuş gibi gülmelerimize katıldı. Sonra dağıldık...


Fakat zaman yine geçmek bilmiyordu. Ve yine o gün ne tesadüftür ki şehirde Gaziantepspor - Fenerbahçe maçı vardı. Ben arkadaşa girelim de izleyelim zaman geçer dedim. Vay dilim lal olaydı da demeyeydim. Gittik stad önüne dedik biz Gençlerbirliği taraftarıyız Ankara'dan geliyoruz. Hemen kolumuzdan tuttular bize bilet aldılar. Yardımcı oldular ve turnikenin oraya bıraktılar. Asıl Turnikenin oraya gitmez olaydık. Arkadaş bir maça girmek içinde bu kadar kaos barındırır mı? Hindistan'da sabah trenine daha rahat binerim. Ezilme tehlikesi geçirdim resmen. Koskoca adamlar olarak o izdihamda dalga dalga bir oraya bir buraya savrulduk. Bir ara ben o kalabalık çemberin dışına bile atıldım. Tam çizgi filmlerdeki toz bulutu... Neyse ki içeri girebildik. Gerçi girerken kapıdaki güvenlik görevlisi, memlekete götüreceğim baklavalara "güvenlik" gerekçesiyle el koymaya niyetlendi ve baya da ciddiydi ama Angaralılığım sayesinde tek yumrukla ve birkaç galez küfürle adamı ikna etmeyi başardım.

İçerde daha acayip bir ortam bizi bekliyordu. Kale arkası tam fanatik grup. Bizim Gençlerbirliği taraftarı gibi "aşırı kibar" değiller. Zaten olmasın da benim ufak tefek yoldaşı iki kolundan havaya kaldırıp "laylay laaay" tezahüratına katmaları hoş olmadı ehehe. Gol olunca sahaya atarlar diye de düşündüm ama Allahtan yapmadılar. Onu yapmadılar ama önde bi eleman vardı elinde bir sopa bağırmaya indiriyordu. Korkudan yılların fanatik Anteplisi gibi tezahürata katıldık. Bazılarını bilmesek bile gayret geyretli alkışladık. Sopa korkusu bizi Antepli yaptı.

Sonra işte geri dönüş yoluna koyulduk. Yalnız geri dönerken gariplikler peşimizi bırakmadı. Mola yeri olan Aksaray Kampüs Dinlenme tesisleri gariplikleriyle zihinlerimizde yer etti. Gemi ve uçak şeklinde kafeler vardı hem de orijinal boyutlarında. Bir de siyahi çalışan vardı. Geldi bizle Türkçe konuştu. İşsizlikten falan bahsetti (Zencisiyle beyazıyla bir siyaset mozaiği Aksaray). İstanbul Aksaray'dan il olan Aksaray'a gelmiş. 3 ayda Türkçe öğrenmiş. Köyde kalıyormuş falan. Sizin de yolunuz düşerse ismini unuttuğum bu abiyle bi sohbet edin. Böyle Lynch filmi seti gibi ortam... Zaten Aksaray'da kime sorsanız gösterir. Ortam fantastik zaten. Yaşı çok ufak ama benden yaşlıymış gibi davranan bir çalışan, aşırı makyajlı kadın personel falan da var. Bir kamera koysanız Utah Sinema Günleri'nde ödül garanti (böyle bir festival var mı emin değilim ama sanat filminin bilinmeyen yerlerde ödül alması meşhurdur). Aşağıdaki fotoda Dinlenme Tesisi sahibinin fotosunu görüyorsunuz. Nam-ı diğer Kaptan-ı Derya (Afrikalı tayfası bile var).




Seyahatimiz burda sona erdi. Haftaya yol hikayesinin ikinci kısmı ile beraber olacağız. Bu sene leyleği havada gördüm ellaam çok gezdim. Sözlerime burda son verirken Antep'te gördüğüm bir ilanla sizi başbaşa bırakıyorum. Görüşmek dileğiyle...



30 Temmuz 2011 Cumartesi

İnceleme Yazıları Bölüm 1: 90'ların Enteresan Rock Grupları

Geçen gece tivitır ünlüsü arkadaşım (benim ünlü arkadaşlarım da var) Brudermartin ile konuşurken aklıma geldi, dedim ki 90'larda ne acayip rock müzik yapıldı. O da o sıra başka muhabbette olduğu için cevap vermedi. Ben monolog şeklinde kendi kendime söylendim ve siz çok değerli ve kadirşinas okurlarım için düşündüklerimi satırlara dökmeye karar verdim. 90'larda rock müziğin dinleyicileri nelerle muhatap oldu buyrun bakalım;

1. AYNA


Erol Köse'nin rock camiasına zulmünün ilk halkası Ayna... Bir Kafkas şarkısının yeniden aranjesi olan "Gurbette yorgun düştüm be ceylan (seks turizmi), hasret tükettim bittim be ceylan" şarkısıyla hayatımıza girdiler. Üst üste albüm yaptılar. Grubun en önemli özelliği iki frontmanın (öndeki adamlar) doğuştan gözlüklü olmasıydı. Bunlar kliplerinde falan gözlüklerini hiç çıkarmıyorlardı. Ama bunun üzerine espri yapmayacağım çünkü zamanın şov programlarında yerden yere vurulduydu bu konu zati.

Burda grupla ilgili dikkatimi çeken daha değişik noktalar var. Mesela 3 elektro 1 bas gitarla piyasaya çıkmıştı topluluk... Şimdi elin oğluna bizim dört gitarlı grubumuz var desen, bu topraklarda çılgın gibi heavy metal yapıldığını zanneder. Ritimiydi, solosuydu coşuyoruz zanneder ama gel gelelim ortaya "Ölünce sevemezsem seni (nekrofili içeren şarkı)" çıktığını dile getirsek çember olup sırayla tükmüğe boğarlar bizi.

Gerçi 3 elektro gitar dediğime bakmayın. Aslında iki elektro gitar... Çünkü "Ayna'nın keli" Cemil kuvvetle muhtemel gitar çalmayı bilmiyordu ve Erol Köse "Cemil hariç herkesin bir enstrumana istidati var ama çocuğun da eli sahnede boş kalmasın" demişti. Fakat adamcağızın eline zorla tutuşturulan gitar, Cemil'de marangozun eline düşmüş odun etkisi yapıyor ve sakil duruyordu. Bu soruna yıllarca çözüm bulamayan Ayna grubu daha sonra çareyi Cemil reisi kovmakta buldu.

Bir de bu Ayna'nın kliplerinde sevgiliyi götüren, tenhada mıncıklayan, kızın memelerini sıvazlayan hep Erhan olurdu... Garibim Cemil de Erhan'ın sevgilisi için hapse mapse düşerdi.Cemo'yu sindirmişlerdi. Zira bir gün olsun "Ya Erhan'cığım çok afedersin ama benim de bazı ihtiyaçlarım var. Senin Manitanın kızlı ortamına bizi de soksana" demedi. Hep Erhan'ın hanımı tecavüzden kurtarmaya falan çalıştı.

Gruptaki diğer tek tip personel kıyafetli elemanları hiç tanıyamadık. Athena'nın sürekli değişen basçısı ve davulcusu hesabı (ikizin zulmü yaman olur) bilemedik onları. Bir tek Uzun saçlı, sürmeli, Ayna'da değil de black metal grubunda çalıyormuş endamına sahip gitarist vardı. O solo albüm yaptı ama ne albüm?! Tam türkü bar için hazırlanmış bir çalışma. Kulağımı kesselerdi de dinlemez olaydım.

Neyse Ayna gözlükleriyle ve enteresan klipleriyle zamanında fenomen oldu ama zalım populer kültür onları da tarihin tozlu sayfalarına gömdü. Aşağıda gözlüklerinden kurtulmuş, burunları rahatlamış Ayna elemanlarını göreceksiniz. Bu da size benden kıyak olsun;






2. Kim Bunlar;


Önce Prestij Müzik Ailesi'nden (Mahsun, Alişan, İzzet ve diğerleri) fırtlayan bu grup nedense Beatles gibi imaj belirlemişti. Bence başarısız bir girişimdi. Çünkü grubun hitap ettiği profil Liverpool müzik kültürüne uzaktı. Zaten Liverpoollu bir adamın "Bahçası var bağı var ayvası var narı var" diye şarkı söylemesi ancak paralel evrenlerin birinde mümkün olabilirdi.

Neyse bu saçları liseli ergenler gibi kestirilen grup, Türkü mürkü kavırlarıyla piyasaya atıldı. Aslında grubun beyni Ozan Kotra çok sağlam bir müzik adamıydı ama işte para şöhret tatlı geldi zaar o zaman. Bunlar bir döneme damgasını vurdu gerçekten ama. Bende de albümleri var. Fakat Allah'ın gücüne gitmesin ama 4 çirkin heriften mürekkep bu gruba daha fazla katlanamadım. Zaten atabarı, deriko saçın iki kat, dağlar kızı Reyhan falan bir zaman sonra ıstırap oldu.

Zati daha sonra da grubun adı değişti, Flört oldu. Eli yüzü biraz düzgün sarışın gitarist gitti yerine grubun yakışıklılık ortalamasına uygun bir gitarist geldi. Fakat grup bir anda nefis müzik yapmaya başladı. Punk gibi, değil gibi soundlarıyla harbiden bomba işler yaptılar. Mesela "yalnızlık mevsimi" adlı şarkılarıyla (bu punk değildi la) benim lise dönemlerimde yaşadığım drav sevdalara tercüman oldular. Volkmende dönüp durdu albümleri...


3. Grup Destan;


Yanlış hatırlamıyorsam bir Şahin Özer Plakçılık (şahin kafası logolu) iştiraki olan Destan grubu da (böyle müzik gurubu ismi mi olur la?!) binbeşyüz yıllık Türkülerden (türkü özel isim mi değil mi kararsızım) medet ummuştu. Grubu diğer rock topluluklarından ayıran iki özellik vardı. Gitarın olup davulun olmayışı ortaya koydukları farklardan biriydi. Diğeri ise, milletçe sadece Gülpembe klibinde gördüğümüz gitar gibi çalınan klavyeyle müzik yapmalarıydı. - Bu arada rahmetli Barış Manço da klipte bu enstrümanı öyle bir kullanıyordu ki böyle sırayla tuşlarına basa basa... Uzay silahı gibi-... Bu Destan grubu klavyeye ve vokalin at misali yorumuna (ahiiiy ahihihiiiy) sırtını dayadığı için başarılı olamadı. Silindi gitti.

Vokal eleman daha sonra genç oyuncuları sepetleyip yerine mevkisinin tecrübeli ismi Ayna Cemil'i kadrosuna kattı ama bu Levante projesi tadında transfer beklenen etkiyi yapmadı. Zira albümleri gerek albüm ismiyle (Aşka geldik), gerek kapak fotoğrafıyla bir grup çalışması değil daha çok "gay pride" afişi gibi duruyordu.


Ayrıca Cemil Ayna'dan kalma gözlükleriyle gruba dahil olmuştu. Bir çok suça bulaşan (levyeyle adam zıbartma) bu gözlük bize o kötü günleri hatırlatıyordu... Başarılı olamadılar en nihayetinde...

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Yaz Yazıları Bölüm 2: Yalnızca Yazın Görülebilecek Şeyler

Pepe Başgan olarak, yazın sıkılmayın diye hemen yeni bir yazı düşündüm ve bu çıktı... Yazın hangi olayları görüp dikkat etmiyorsunuz buna bakmaya karar verdim işte. Buyrun beraber başlayalım.

A) Tişörtle Gezen Okul Müdür Yardımcısı (veya müdür);




Okuldan karneyi almaya gittiniz (eskiden okul kapandıktan 10 gün sonra veriliyodu karneler hey gidi), o yaz sıcağında okulun içine girdiniz. Tak!! karşınıza kim çıktı?! Müdür yardımcısı. İşte size çocukluk travması. Hep takım elbiseyle gördüğünüz adam enine çizgili tişörtle karşısınıza çıkıyor. Gözleriniz dolu dolu. Otoritesi sarsılıyor resmen. "Bu sıcakta isilik mi olaydım" der gibi size bakıyor. Biliyor ne halt ettiğini bize. Yapma hocam bari şu sigara paketini cebinde taşıma.

Bunun gibi bir de okulun son günlerinde önlüğün altına şort giyen bebe var o da travma. Mesafeli yaklaştım hep o arkadaşlara. Çok özgüvenli arkadaşlardan hep korkmuşumdur. Gerçi çoğu aldı yürüdü biz sümsüklükten hep geride kaldık. Hep yitiklendik.






B) Otel-Tatil Köyü Tanıtımlarında Tava Yakan Adamlar:


Eskiden daha çok vardı. Şimdi son durumu bilmiyorum. "Asya Tur'la Tatil Keyfi" başlığında kanallarda dönerdi. "Aşçımız (şimdi ismi şef oldu bre breh) o kadar maharetli ki gün aşırı tava yakıyor. İnan teflon dayandıramıyoruz" mesajıyla reklamlarını yapan otellerin gider kaleminde tava büyük yer taşıyordur eminim. Bu tava yakan aşçı görüntüsü genelde "açık büfe yemeklerimizle unutulmaz bir tatil sizleri bekliyor" diyorlar bi de. Açık büfe dediği de karpuzlar dilim dilim, salataların biri domatesli biri domatessiz. Bu herşey dahil işi çok geriye götürdü bacasız sanayimizi.

Neyse efendim bir de bu otel tanıtımlarında havuza atlayıp; dalıp çıktıktan sonra kokteylini yudumlayan tipler de oluyordu hep. Genelde de kadın oluyordu bu atlayanlar (çıkınca sevgili havuz kenarında bekliyor bu arada). Ben bu kokteyl işini denedim. Havuz kenarına koydum içkimi. "Kırılır. Ortalık batar" diye reddetiler. İşte ucuz tatil arayınca böyle oluyor.

Bir de tüm mutfak personelinin açık büfe tezgahının önünde eller arkada pozu olur broşürlerde. Sanırsın içerde bir lezzet yarışı var. Reel hayatta o da yok tabi. Aynen broşürde olimpik görünen havuzun otele gidince çocuk havuzundan hallice olması gibi...

Çok dertliyim bu konuda bak konu nerlere geldi. Geçelim;



C) Meydanda Portre Çizen Ressam ve Merakla Bekleşenler;



Fotoğrafa bakmayın. Gene uygun görsel bulamadığım için kış mevsiminden bir fotoğraf olmuş. Neyse efendim her yazlık yerde mutlaka bir portreci olur. Geçici dövmeci gibi. Neden bilmiyorum. Bizim valide de yaptırmış mesela zamanında, evin duvarına asılı üstünde; "1989 Bodrum"  diye yazıyor. Ama hiç anamla alakası yok. Gavga çıkmış zaten o gün. "Bu bana hiç benzemiyor" diye. Neyse bu portre işi 80'lerden beri bitmeyen bir sektör. İlgi de görüyor ki nesilden nesile aktarılıyor. Karakalemi var, at ağızlı çizimi var (karikatürünüz çizilir), renkli çıktılısı var. Baya da pahalı. Ressamlık kazandırmıyor derler bi de. Bu portrecinin sağında solunda da reklam amaçlı çizilmiş resimler vardır. İşte o dönem kim meşhursa onların karikatürleri; Baba Bush, Akrep Nalan (Halikarnas taa geçen yaz yasladım sana), Bülent Ersoy vs. "Ay ne kadar da benzetiyor" oyununa gelirsin sen de.

Neyse asıl konu ressam değil. Bütün akşamını ressamın arkasında geçirenler. Tatili ucuza getirmek böyle bir şey olsa gerek. Diskoya bara para vermeyip ressamın arkasında "benzeyecek mi acep" motivasyonuyla bekleşmek çok ekonomik. O büyük kalabalığın amacı, beklentisi ve eğlence anlayışı nedir?! Neden saatlerce hipnoz ayini gibi kitlenir kalırlar anlamıyorum. Anlayan varsa bi anlatsın. Bir dağılın bi nefes alsın la adam!

90'larda bir de yazlık yerlerde "pirince isim yazma" diye bir şey çıkardılar ama o çok tutmadı. Ya da yapanlar gözlerinden oldu. Kolay değil tabi.


D) Yaz Sıcağında Mal Mal Gezen Yalnız Çocuk;







Ya bu görsel de biraz hüzünlü oldu ama idare edin.


Arkadaşları dışarı çıkmayınca, onları bulamayınca (oğlum aşşağıda yeni dondurmacı açılmış oraya gittik stayla) tek başına gezen; bütün gün anlamsızca  taş tepen, köpek kovalayan, sopa bulup toprak kazan gariban bir çocuğun hikayesinden bahsediyoruz. Çok hüzünlüymüş evet. Gerçi insanı güçlü yapıyor. Ben böyle böyle birey oldum.

Neyse gözlerim doldu. Bitireyim yazıyı. Şaka lan dolmadı.

devam edebilir...

26 Haziran 2011 Pazar

Yaz Yazıları Bölüm 1: Düğünler

Merhaba blogumuz kış uykusundan yazlık yazılarla uyanıyor. E malum artık yaz mevsimindeyiz, yani bir anlamda düğün mevsimi (berbat gazete köşe yazısı girişi), mutluluğa giden bu yolda ben de bu yaz evlenecek genç çiftlere yardım olsun diye bu satırları yazıyorum. Ancak siz entellerin düğünlerinden bahsetmiyorum tabi. Siz Amerikan filmlerindeki gibi evleniyorsunuz ki bu inanılmaz sıkıcı. Zaten TV'de ne görseniz istiyosunuz. Neyse Hazırsanız başlayalım;


A) Düğün Orkestrası;
  



 Orkestra dediysek öyle aklınıza envai çeşit vurmalılar, üflemeliler, tuşlular gelmesin. Bizim ülkemizde (özellikle İç Anadolu'da) düğün orkestrası ekseriyetle iki kalemden oluşur. Org ve bağlama. Bu japonlar orgu bulduklarında içine hazır demo ritmler koyduklarında koca bir ülkenin kültürünü değiştireceklerini tahmin etmemişlerdir. Ama arkadaş bu kadar da kolaya kaçılmaz. Bağlamanın o dongdiri tınısının ıstırabına ise diyecek sözüm yok. Nota yok, usül yok, ses sonuna kadar açık... Öğlen başlayıp bitmek bilmeyen Ankara havaları. Yıllardır atım arap yıllardır caney caney. Neden gelişmiyor bu repertuar, neden orkestranın mesaisi bundan ibaret...

Bir kere de Artvinli düğününe denk geldim ben. Onların durumu daha vahim. Salt tulumla katılımcılara eziyet. İlk 5 dakika farklı geliyo bak iyi geliyo... Sonrası tarifsiz bir eza, inanılmaz bir ceza... Ziviiiiy Ziviiiiy Ziviiiy (Elinizde yarım altınla 3 saat bunu dinlediğinizi düşünün).

B) Düğüne Gelen Bebeler;
  


Bunlar en şık katılımcılar. Neden bilmem küçük kızlar gelin gibi, oğlanlar damat gibi giydiriliyor. O erkek çocukların o hallerini görünce, böyle sanat filmindeki cüce mafyatik elemanlardan mürekkep bir ortama düşmüşün gibi hissediyorsun. Arkadaş Orta Anadolu'da nası bir üreme sistemi var biri bana açıklasın. Adamlar attığını vuruyor zaar. Her ailede 3-4 çocuk. Ortada koşturuyorlar falan. Gecenin sonunda en az bir tanesinin düşmeye bağlı travmadan ağzı burnu kanıyor. Düğün kana bulanıyor. Üstüne üstlük yaşı daha küçük bebekler var ki oy oy. Onlarla eğleniyor kitle. Ortada bebek yaşta denilebilecek bir bebe... Yürüyemiyor bile (şiir gibi gidiyor lan cümle) habire elleriyle yeri tuta tuta sağa sola sallanıyor herkes gülüyor. Allah ne diyeyim bilemiyorum.

C) Damadın Bekar Arkadaşları vs Gelinin Bekar Arkadaşları;




Düğünde özellikle erkekler için "bekar masası" diye bi kavram var. Bunlar potansiyel DNA saçma silahları olduğundan arkalarda kimsenin görmeyeceği yerlerde oturtulur. Bu ayıspor kafilesi içkisiz düğüne sıvı haldeki günahtan sokarlar. Genelde votka tercihleridir. İçip oynarlar. Oynarlar dediysem öyle "karı gibi(!)" değil. Bildiğin odun gibi oynarlar (erkeksi danslar vol 1). Kolları aça aça böyle...  İşte bunlar arada çok afedersiniz bekar kızları keserler. Tabi bulunulan ortam evliliği refere ettiği için bunlar her kıza o an aşık olurlar filan falan (bunun psikolojide bi adı vardı ya)...




Kızlar için ise şöyle bir durum var. Bekar kızlar biliyorsunuz bizim külütürümüzde evde, sıhhhi, güvenilir ve ışık olmayan ortamda yetiştirilir. Sokağa salınmaz. Zira sokağa salınan kızı ellerler. Kaç kere gözümün önünde ilk defa sokağa çıkmış kızları mıncıklayıp kaçtılar. Ortam çok bozuldu hacı dayı. Neyse bu sera koşullarında büyüyen kızların sosyalleşebildiği tek ortam düğünlerdir. Düğünlerde kendilerini gösterebildikleri kadar gösterirler. Şıkır şıkır giyinenler, oynayanlar falan...

İşin seksüel boyutu bir yana bu kızların bir görevi daha vardır. Düğün içinde slayt şovda (bu da yeni adet çıktı la Mustafa Ceceli şarkısında çocukluk fotoları) gelin kızın ailesinden bir kız -gelinin anası, bacısı vs- ağlar. Diğer kızlar artık "ağlayan kızın yanında bekleşen" kızlardır. Yalandan teselli ederler ağlayanı. "ama bak ne kadar mutlu" falan diye slogan üretirler vs.

Böyle olur işte erkek kız yani. Ne olacağdı ya barlardaki gibi ortam mı bekliyodunuz?! Diğer slaytımıza geçelim!



D) Düğün Sonrası Arabalara Yerleşme Kaosu;



İşte en mühim mesele. Düğün bitti. Sarhoş dayı, amca, kuzen yanınızda belirdi. Çoluk çombalak bekliyor. Nası geri döneceksiniz. İşte bu noktada bir karmaşıklık, bir kaos başlıyor. Bu kaosun içinde şunlar duyulur mutlaka. "Muarrem sen Hacer yengemleri al, ben de dayıoğlunun arabayla halamgili bırakayım", "Selim sen kullanma bak içki içtin. Kaynatamları Salih bırakıversin" gibi... Bu noktada bir organizatöre ihtiyaç olur mutlaka. Ama gerçeği söylemek gerekirse daha kimsenin açıkta kaldığını görmedim. Yani yoldan geçen herhangi biri o bekleşen gruba entegre olsa; gideceği yere bırakırlar. O yüzden düğün çıkışlarını kaçırmayın derim.


İşte böyle... Yine bir yaz halaylarla, türkülerle, simli ve şallı kadınlarla, ölümüne fönlenmiş saçlarla geçip gidecek...

28 Şubat 2011 Pazartesi

Pepe Başgan On-Air

8 Mart Salı Saat 18:00'de Radyo Bilkent'teyim gardaşlar. 96.6 frekansında  (http://www.radyobilkent.com) Ekşi Sözlüğü konuşacaz. Gerçi bizim gibi garibanı böyle çağırıyorlar sonra hasta düşüyoruz gidemiyoruz. Kesin bende nazar var hacı.

Vedat Milor Hayranı Olmak

Vedat Milor abimizi bilmeyen yoktur. Hatta "Abi adam hem geziyor, hem yiyip içiyor üstüne bir de mayış veriyollar" diye yorum yapan birine rastgelmeyeniniz çok azdır. Ben kendisinin baş hayranıyım. Hatta geceleri internetten videolarını izleyen tek manyak benimdir herhal.


Önceleri biraz ikircikliydim. Mehmet Yaşin'in yanında çok sosyetik geliyordu. Ancak zaman geçtikçe adamın hali, tavrı ve bilgisi hoşuma gitmeye başladı. Zaten sonraları kendisi de İstanbul'dan çıkıp gezmeye başladı. Kastamonu'da yaptığı programı unutamam. O günden beri Kastamonu'ya gidip doyasıya yiyip içme hayalleri kuruyorum.

Peki Vedat abimizin nesi farklı. Hemen anlatayım. Bir kere adam çok güleç yüzlü. Tatlı entel adam suratı var. Nur inmiş resmen. Bir de cesur adam. Konya'da mor, Kastamonu'da kırmızı kadife pantolon giyiyor. Bizim mahalledeki Deli Zeki gibi. Ayrıca lokantaya girerken, lokanta sahipleriyle tanışırken yapılan ek çekimlerde Gerçek Kesit oyuncuları gibi doğal hareket ediyor. Yani birinin "Vedat abi kaldırımdan dükkana giriyormuş gibi yap" dediği belli. Öyle robotik hareketler. Doğal adam. Lafları var hep tekrarladığı... "Durun ben söyliyecem" deyip yemeğe ne koyduklarını bulmaya çalışıyor mesela. Her 3 programın birinde "karamelize" diyor. Bir de titriyor. Bu yüzden arkadaşım kendisine "Vedat Tremor" diyor. Ama o arkadaşı ayıplıyoruz aramızda. Vedat abimizin gönlü de geniş. Yorumlarında yemeği beğenmese dahi güzel bir dille anlatıyor. En az 3 yıldız veriyor.

Her gittiği yere gitmek, orada yemek yemek istiyorum. Hatta onunki gibi bir işim olsun istiyorum. Bi yardımcı olun. Laflarımı burda bitirirken vedat abimize lezzet için 5, fiyat-kalite için 4, ambiyans için 3 yıldız veriyorum.

11 Şubat 2011 Cuma

İki Saattir Oturuyoruz Bir Kez Muhteşem Yüzyıl'ı Tartışmadık

İşte hepinizin malumu Kanuni Sultan Süleyman ve devlet içinde devlet olan Hürrem'in hikayesini anlatan dizi... Herkes tarafından eleştirildi, kınandı... Bence de eksikleri çok. Ama Ekşicilerin yerden yere vurduğu kadar da kötü değil.

Şimdi en başta en çok tartışılan konuya kısaca bakalım. Dizide Padişah Süleyman'ın sevişmesine takmış durumdayız. Bence "cesur" adledilen dizi Osmanlı'da dönen entrikaların onda birini anlatamıyor. Tüm tarihçilerin kaynaklarını toplayıp dizi çekmeye kalksak ikinci bölümü görmeden platoyu yakarlar. O yüzden ben bu kısma pek takmıyorum.

Hemen prodüksiyon aşamasına geçiyorum. Diziye çok sıkı bir destek verildiği belli. Normal ebatlardan gani gani küçük olsa da bir dizi için koca saray yaptırmak iyi iş. Ancak senaryo tam bir kadın seyirci toplama senaryosu. Devlet çekişmeleri, savaşlar, paşalar, antlaşmalar hep fonda. Önde ise kırık Türkçeli Hürrem ve aşkı var. Şimdi bu iyi güzel ama dört metrekare yerde birbirlerine saatlerce bakan iki kişi olacak diye saray yapılması, onlarca kostüm hazırlanması pek akıl karı değil. Günümüze uyarlayıp "Binbir Gece" tadında bir şeyler yapılırdı bu senaryoya. O yüzden salt Meral Okay'ın klasik kadın refleksleriyle gördüğü tarihi anlatması ve prodüksiyonun bu anlatım üzerine yapılması cüretkar bir hamle olmuş. Kadın izleyiciyi ekrana çekmenin basit kuralı olan aşk üçgeni tarihimizde en açık haliyle Kanuni döneminde anlatıldığından Meral Okay kurnazlık yapıp sağ gösterip sol vuruyor yani. Gelin doğrusuyla yanlışıyla tarih anlatacağım diyip bizi yine uzun bakışmalı bayık dakikalara mahkum ediyor. Bu anlamda kendisinden şikayetçi olabiliriz.

Şimdi diyeceksiniz ki bu belgesel değil. Doğrudur ama en azından aksiyon bu kadar geride kalmamalı. Şahsen ben, dizilerde saatler süren (bir reklam kuşağına daha hızlı kavuşturan görüntüler) sevgili bakışmalarından kurtulmamız gerektiğini düşünüyorum. Evlerde diziyi kadınlar izliyor stratejisi yakın bir zamanda çökecek. Aynen en çok rating aleti Adana'da diye her diziye Adanalı sokuşturmanın çöktüğü gibi. O yüzden bir dizinin omurgasını bunun üzerinden kurmak yanlış. Meral Okay işi biraz harlasın. Tarihin zevkli akışına biraz bıraksın kendisini. Biraz görkemli savaş sahnesi, biraz Osmanlı dışı devletlerin Osmanlı'ya bakışı, biraz iç siyasi entrikalarla bunu yapmak mümkün. Yoksa "Sülüman beni seviyor, bana aşık" diye söyle söyle nereye kadar. Bir müddet sonra insanlar isyan eder. Gerçi Hürrem'in yaşlılığı bu konulara daha müsait. Resmen gölge adam durumuna geliyor. İlerleyen zamanlarda bunarı görürüz inşallah. Gerçi Hürrem tarihte yine birine aşık oluyor. Meral Okay'ın bu aşkı 15 bölümde uzata uzata anlatmasından korkuyorum.


Gelelim koca dizide çok az yer tutan savaş sahnelerine... Ekşi Sözlük yazarları yine klasik tepkileriyle beğenmemişler. Bence kalibresine göre gayet iyi iş çıkarmış dizinin kurmayları. Zira 90 dakika dizi nerden baksan 6 günde çekiliyor. Öyle sözlükçülerin dilinden düşürmediği Tudors gibi 40 dakika çekilip iki bölümde bir 3 hafta ara vermiyorlar. O yüzden 1,5 günde bu kadar iyi montaj yapılması bile mucize. Ancak bu dizi 40 dakika çekilip bu şekilde kurguya, montaja girseydi o zaman ben de derdim kötü olmuş diye. Dizilerin süresi kısalsa bizim yönetmenler de derli toplu iş yapabilirler.

Gerçeklikle örtüşmediği bazı yerler gözüme batıyor. Mesela koca saray mutfağında 3 kişinin çalışması çok komik. Mahalle kebapçısında bile 10 personel var. Kaldı ki Osmanlı Saray mutfaklarında ortalama 200 250 kişi çalışırdı. Bir kahveyi bile altı kişi sunardı padişaha... Bunun gibi bir sürü ayrıntı var tabi...

Müzikler ise müthiş. Yapan ve öncülük edene helal olsun...

Özetle dizinin hareketlenmesi, süresinin kısalması, ekşicilerin de artık olan bitene biraz pozitif bakması icab ediyor.

3 Şubat 2011 Perşembe

Peperuhi ile Kitsch Filmleri Öğreniyoruz Bölüm 2: Sezercik Küçük Mücahit

Kitsch filmler serimize bir savaş ve politika filmi olan Sezercik Küçük Mücahit filmiyle devam ediyoruz.


Biliyorsunuz Sezercik Yeşilçam döneminin meşum çocuk artislerinden biri. Emanuelle serisi gibi serisi var. Sezercik Aslan Parçası, Sezercik Yavrum Benim (ki bu filmin ismi de biraz adult gibi değil gibi), Sezercik Gogoyin İçiyor (ki bu erişkin dönem yapıtıdır. Gazetelerde rastgelmiş olmanız lazım) vs... Bir de 6 yaşında çocuk sahibi olduğu kendisinden 4 sene küçük evladını okutmak adına ekmek kavgasına giriştiği Öksüzler filmi de mevcut. İlerleyen zamanlarda bu filmi de bu bölümde irdeleyebiliriz. Zira kan donduran filmlerden biridir benim için.

Neyse efendim konumuza dönersek; Sezercik, küçükken sarışın olup daha sonra şopar gibi kapkara çıkan İlker İnanoğlu'nun canlandırdığı Yumurcak karakterinin daha güncellenmiş halidir. Yumurcak en çok evin bakıcılarına, gariban emekçilere zulüm ederken; Sezercik dünyaya kafa tutacak kalibrede bir kahramandır. Bunu inşallah şimdi anlatacağım filmde bol bol göreceğiz.

Sezercik Küçük Mücahit filmi Kıbrıs'taki EOKA zulmünü anlatmaktadır. Bir propaganda filmi havasındadır. Ama ne talihsiz bir durum ki, propagandayı 7 yaşındaki bir çocuk üzerinden yapar.

Sezerciğin annesini Perihan Savaş, babasını ise rahmetli oyuncumuz Orçun Sonat canlandırmaktadır. Film Öğretmen Perihan Savaş(Lale) ile Orçun Sonat'ın (Murat) evlenmesiyle başlar. Ki Murat hava kuvvetlerinde işini seven bir askerdir. Hatta öyle çok işini sevmektedir ki yaz, kış üniformasını çıkarmamakta, damatlığa para vermeyip üniformayla evlenmektedir. Neyse efendim günler aşk sözcükleriyle geçer. Bir gün Lale'nin dersteyken başı döner ve hemen karnını tutarak gülümser. Daha ilk baş dönmesinde ne tansiyonu, ne halsizliği düşünmemektedir Lale. Direk hamile olduğunu anlar ve seyirciye sezdirir.

Çiftimiz, mutlu mesut günlerine devam ederken Murat abimizin maalesef uçağı çakılır ve şehit olur. Perihan delirip yatağa düşer. Akrabaları, "aman etme bebeni düşün" falan diye gaz verirler. Perihan çocuğu için hayata sıkı sıkı sarılır. Daha sonra eniştesi ve ablasının yanına Kıbrıs'a yerleşir. İyice orayı benimser. Gördüğüne "napan eyimiin" der. Yemek yerken "kebap acıdıır" diye sorar falan. Neyse sonra Lale'nin annesi rahatsızlanır. Çocuk size emanet diye anavatana anasına bakmak için döner. Tam bu sırada enişte ve abla EOKA militanları tarafından öldürülür. Ama EOKA'cılar kundaktaki Sezer'i görmezler. Sezer'i doktorun hastası ayakkabıcı bulur. Sezer'i büyütür. Tabi bu arada haberi alan Sezer'i öldü belleyen Lale ikinci kez delirir. Bu sefer sağlam yakar devreleri ve biz seyirciler çok fazla üzüldüğünü saçının ucuna bulanmış beyaz saçlarından anlarız. Bu arada Sezer ayakkabıcı ve film boyunca zerre yaşlanmayan hanımını ana-baba bellemiştir. Bir gün oyun oynarken Rum bebeler saldırır. Tiplerinden 14 yaşında olduğunu düşündüğümüz Türk bebeler "Sezer abi topumuzu geri alır mısın?", "canım abim tahsil edemediğim bir çek var ona yardımcı olur musun" falan derler. Sezercik bebelerin topunu Rum çocuklardan ister ama elin bebesi dinlemez ver eder zümsüğü ver eder yumruğu. Neyse böyle mutlu mesut yaşarlarken EOKA'cılar yine rahat durmaz ve Sezercik'in ikinci ailesini de katlederler.Bu sırada Sezercik'in üvey anası ve babası gerçek anasının resmini sezoya gösterirler. Senin anan bu kadın derler.

Sezer EOKA'cılardan intikam almayı kafasına koymuştur. Militanların kendi aralarında sürekli ve nedense bağırarak "vre Dimitri Bayraklı Köyüne gidezeyiz, herkesi yakazayiz" şeklinde konuşmalarından kıllanan Sezer, militanları türlü kamuflaj numaralarıyla takip eder. Misal adamları tepeden izlerken bir sonraki karede adamların diplerindeki çalıda çok afedersiniz hacet pozisyonunda sessizce dinleme yapmaktadır. Gerçi dinlemesinin bir manası yoktur çünkü EOKA'cıların " Bayraklı'ya gideceğiz, kızları elleyeceğiz. Herkesi yakacağız" diye bağırmaktan gayrı bir şey dediğini duymamaktayız (Byaraklı'nın kızları yaman olur vre). Tabi Turgut amcanın replik sonlarındaki "nıhahoaha" şeklindeki kötü adam gülüşünü saymazsak.

Neden sonra, 7 yaşında adeta bir çırpı olan Sezer dağlar aşar denizler geçer. Bayraklı köyüne ayakları 34 numara olmasına rağmen militanlardan önce ulaşır. Bu da yetmezmiş gibi Türk askerini konuşlandırır ve kendini militanlara yakalatır. Burda Turgut Özatay "vre bize Turkler'in yerini soylersen sana oyunzak alazaim, sikolata alazaim" diye Sezer'i ikna(!) eder. Tam o sırada Turgut Özatay ve birbirinden şaşkın militanlar Türk askerine yakalanır. Türk komutan sezoya "al sen vur bunları, madem kendini öne attın sana iyice travma yaşatayım da bi daha kendine geleme" der. Fakat Sezercik aman diyene ilişmez. Komutan bu hareket karşısında duygulanır. Öyle duygulanur ki Sezer'e ciddi ciddi "bizimle çalışmak ister misin" diye iş teklifinde bulunur. Askerlerden hiçbiri de "abooow komutana itle serseriyle uğraşmaktan inme indi herhal" diye düşünmez. Sezer orduya hemen katılır. 10 yaş büyükleri dahi "abi 2 santimle subaylığı kaçırdım" diye dert yanarken kendisi 20 kiloluk bir onbaşı olur. Üstüne üstlük komutan Sezo reise "arkadaşlar sana uygun elbise bulsun" der. Yani orduda 1 metrelik adama göre asker kıyafeti vardır. Sonra Sezer'i çavuşla beraber şehir merkezine yollarlar. Ama Sezercik askerliğe adapte olamamıştır. Bunu yanındaki askere "çavuş abi" demesinden anlarız. O sırada çavuş abi şehit olur ve Sezer'e yeni bir görev verir. Mektubu sancağa yollama görevi. Sezer artık Call Of Duty'deki gibi sürekli level açtırmakta ve bu levellerde yeni görevlerle uğraşmaktadır.


Sonunda Mektubu sancağa ulaştırır (tabi koskoca komutana sancak abi demesini de es geçmeyelim). Sezer, bu hareketinin mükafatını teğmen yapılarak alır (ne tesadüftir ki sancağın olduğu yerde yine 6-9 yaş arası teğmen kıyafeti vardır. üstelik küçük cop da bulunur). Yani, Askeriyedeki her birim yorgunluktan saçmalamaya başlamış, resmen Taraf gazetesine malzeme çıkarmaya can atar hale gelmiştir (manşet: güççücük çocuk generalliğe koşuyor. sorumlular aranıyor. genelkurmay sessiz). Zira, 7 yaşındaki bir çocuğu ciddiye aldıkları yetmiyormuş gibi ona maaş bağlar pozisyona getirmiş ve 10 günde 1 sene astteğmen olarak görev yapan komutanların komutanı yapmıştır. Tabi Sezercik bu hızlı yükselişten keyiflenmiş ve o arada bir kadını da tecavüzden kurtarmış bir bebeğe babalık yapmıştır. Artık üstün hizmet madalyasını haketmiştir. Ve ordu kendisine selam durur. Koskocaman Kıbrıs'ı ne İngilizler, ne Rumlar elde edememişken kuvvetini Paf takımının minik yıldızı Sezercik'ten alan Türk ordusu topraklarda egemenlik sahibi olmuştur. Zaten burda da Sezer annesine kavuşur. Mutlu sonla Film biter.

Akabinde Sezercik ilkokula başlar ve okulda askerlik anılarını anlatır. Generalin kapıyı vurdum çıktım hacı falan diye abartır. Diğer arkadaşları üniversiteydi yüksek lisanstı doktoraydı derken, 30 yaşında hala askerden kaçarken, Sezercik ilkokula başlamadan aradan askerliği çıkarmış tezkeresini almış ve kafasını rahatlatmıştır.

31 Ocak 2011 Pazartesi

Kaybolan Değerlerimiz Bölüm 1: Doktorlar

Bu kısımda zamanında kıymetini bilemediğimiz bir grup insanın şimdi nerede ve ne yaptığını merak edeceğiz. İlk bölümümüzde 80'ler ve 90'larda meşhur olmuş, fakat daha sonra çeşitli nedenlerle popüler ortamlardan elini eteğini çekmiş enteresan adamları inceliyeceğiz. Buyrun başlayalım.


1. Doktor Bilal:

Mahlasından da anlayacağınız üzere asıl mesleği doktorluk olan Bilal hocamız, 80 sonu 90 başında çok meşhurdu. Hatta Fatih Ürek, fenomen olmuş önü son iki düğmesinden kapalı alacalı beleceli gömleği Doktor Bilal'den almıştır.

Doktor Bilal her efemine şarkıcı gibi bodrum civarında ününe ün katmış, beyaz sarı saçlarıyla ilgi çekmiş bir abimizdir. Kendisi sadece görüntüsüyle değil şarkı sözleriyle de yüreklerimizi pare pare etmiştir. Mesela; "sebep olan kebap olsun, bir kaşık suda boğulsun"... Bir de kendisinin Kenan Evren'in kızıyla aşk yaşadığı dedikoduları çıkmıştı. Bu tarz şeylerden ölesiye nefret eden Kenan Evren'in "eşeğin sevmediği ot burnunun dibinde biter" hesabı Bilal'i damat etmesi de çok manidar.

Neyse umarım kendisi mutlu bir hayat sürüyordur deyip kendisinin bir başka şarkı sözüyle bitirelim incelememizi; "unut derdini gül be aga/ gözyaşlarını sil be aga/ biliyorsun parolayı/ aganaga toranaga... (ekşi sözlükten delican'a saygılarla).



2. Aldo:


Tıbbiyeli arkadaşların aklına yoksa biz de diplomayı 'Cücü' ile barlarda mı ezeceğiz sorusu gelebilir ama Aldo da aynen Doktor Bilal gibi bir doktordur. Varın tıp eğitiminin ne kadar zor olduğunu düşünün (kadavra görmekten sıyırıp cücünün eline düşüyorsun, o da seni gazetedeki fotoğraf örneğindeki gibi elleri aça aça alkışlıyor). Gerçi Ferhat Göçer gibi antipatiğin tillahı bir doktor-şarkıcı olacağına bu dostlar gibi şen ol daha iyi.

Neyse Aldo da 90'ların başında sabah şark hizmeti, akşam meşk hizmeti şeklinde hayatını sürdürmekteydi. Sonra artık Sağlık Bakanlığı müdahale mi etti ne oldu bir anda çekildiler piyasadan. Ben zamanında kendisini Bodrum'da gördüydüm. Yani küçüktüm ve çıktığı yeri dışardan görüyodum. Tam hatırlamıyorum ama beyaz pelerini ve aynalı bir elbisesi vardı. Bir anda döne döne sahneye geldi. Oradaki şovu Rammstein konserinde dahi bulamadım.

Ayrıca asıl adı Adnan olan abimizin 2 torunu mevcutmuş. Açmayın dedeler...

Ama Türkiye'nin anlamsız muhafazkarlaşmasından en çok o nasibini almış Etiler cenahına sıkışmıştır. Kendisine burdan sevgiler yolluyorum.


3. Devran Çağlar:

Evet son incelememiz "bir hüzün hikayesi Devran Ç." ile ilgili... Ki kendisi ile maalesef acı bir hatıramız da var Arzu edenler buradan okuyabilir; http://tinyurl.com/4ow77ak ... Kendisini en son Kanal 1'deki "Filmin Devamı" programında gördüm. Bir dondurmacıda şarkı söylüyormuş. İnsanın 3 kepçe sade-kakaolu-karamelli yerken Devranı izlemesi ilginç bir hissiyat olmalı. Kendisinin bu hale gelmesinde tek suçlu Bülent Ersoy'dur. Kendisinden daha billur bir sesi kaldıramayan korkunç mafya Bülent, Devran abimizin ayağını kaydırmada bir sakınca görmemiş, onu dondurmacılara kadar itmiştir.

Şimdi yukardaki fotosunda Devran başganın ilk zamanlarını görüyorsunuz. Kıvırcık saç, pos bıyık ve Trabzon işi burma bilezikleriyle gayet kafa karıştırıcı bir görüntüsü olan Devran o zaman Bülent Ersoy ve Zeki Müren'e karşı bir silah olarak çıkmıştı piyasaya. Hatta öyle sağlam bir rakipti ki, bir kadınla kavuşamadığı ama o kadını her fırsatta sıkıştırdığı Gülşen Bubikoğlu- Bülent Ersoy ekseninde erotik-gerilim filmi bile mevcuttur.

Ona da bakmak isteyen ;

http://tinyurl.com/permalidevran adresinden bakabilir.

Neyse efendim daha sonra kendileri 2000 yılı başında bıyıkları kesip, saçlara fön çektirip tamamen başka profille şansını denemiş ama yine de aşı tutmamıştır. İnşallah birgün sahnelere döner de Bülent'e dersini verir.


İşte böyle gardaşlarım, bir bölümümüzün daha sonuna gelirken yorumlarınızı ve katılımlarınızı bekliyoruz.


30 Ocak 2011 Pazar

Enişte alttan Coca Cola koysana!!!

Dün akşam Ankara'da "Akp'ye içiyoruz" eylemi vardı. Ben, kadim dostum Kamil ile eyleme katıldım. Hayatı içki ve seksten ibaret gören birtakım çağdaşlar olarak şerefe yaptık. Sonra ben kafayı bulup komple soyunup Kuğulupark'taki havuza girdim. Bir alkış bir kıyamet... Bir yandan bağırıyorum bir yandan yüzüyorum. Halkta coşku arttıkça arttı. En son kuğuları tekmeleyince biraz tepki çektim... Yuuuh falan dediler... Ellerinden zor kurtuldum. Şaka la şaka... Komple soyunmadım. Milletin karısı var kızı var diye baksırla kaldım.


Neyse mesajı verdiğimize göre hepinizi rakı içmeye çağırıyorum. Aksırıncaya, tıksırıncaya dek. Tabi sağa sola salça olmayın lan...

28 Ocak 2011 Cuma

Peperuhi ile Kitsch Filmleri Öğreniyoruz Bölüm 1: Alışırım

Bundan böyle sitemizin bu bölümünde müthiş edvençırıl filmleri inceliyeceğiz. İlk filmimiz başlıktan anladığınız üzere bir Temel Gürsu Prodüksiyonu olan Alışırım filmi...

Öncelikle söylemeliyim ki bu bölümdeki film eleştirilerinde bol bol şıpoylır verecez. Yani filmi izlemeyenler burda yazılanları okuyunca filmi izlemiş kadar olacaklar.

Neyse, gelelim konumuza... Filmde rol dağılımı ve karakterler şu şekilde; Şişman olduğu halde sempatik olmayan Erdal Tosun, Gerçekçi ve bıçkın sakallı rolünde Ünsal Emre, yakışıklı romantik Hakan Ural, her zamanki gibi gavat patron rolünde Yüksel Gözen (Hülya Avşar'ı elektrik anahtarından dikizleme rolünü sıvazcı okurlarımız hatırlayacaktır) ve rolü şıp diye size malum olacak Coşkun Göğen (Şişçi Coşkun)... Tabi seksi güzel Harika Avcı başrolde.

Filmin konusu biraz değişik. Harika Avcı gazinoda çalışan, ekmeğinde bir pop stardır. Bizim daltarak dörtlü ise (Erdal, Coşkun, Ünsal ve bu serserilerle ne işinin olduğunu anlayamadığım Hakan) avare avare dolanan, ne iş olsa yaparım diyen, abazanlığı kendilerine şiar edinmiş adamlardan oluşmaktadır. Bu yüzsüz dörtlü kahvede ve meyhanede toplandıklarında dünyada başka mevzu yokmuş gibi habire Harika Avcı'yı konuşmaktadırlar. Sabah akşam Harika elimize geçse şöyle ederiz böyle zımbalarız diye birbirlerini tahrik eden bu grup birgün feci ateşlenir... Ve harikayı kaçırmaya karar verir.

Tabi bunun evveli de var. Onu anlatalım da iş bu noktaya nasıl gelmiş anlaşılsın. Bizim dörtlünün en şanslısı Erdal'dır. Zira kendisi Harika'nın çalıştığı gazinoda garsondur. Hatta bir gün n'apmış etmiş kulisten Harika ablamızın külodunu aşırmayı başarmıştır. Bu aşırma sahnesinden sonra Erdal'ı habire don koklarken görürüz. Artık filmdeki rolü donu kokladıkça kendinden geçmek olacaktır. Efendim diğerleri ise Harika'yla Lostvari bir şekilde karşılaşırlar. Coşkun mesela benzincide pompacıdır. Bu kişiliğiyle müsemma işi yaparken Harika'nın araba gelir. Harika mini etekle Coşkun'umun libidosunu oynatır falan. Neden sonra bu ekip harikayı kaçırmağa karar verir işte...

Ve Harika'yı bir dağ evine kaldırırlar. Bu sırada yakışıklı jönümüz Hakan Ural ütopik fikirlerini arkadaşlarına anlatır. "Gidelim konuşalım bence verir oğlum hayır diyemez. Kadınlar bizden daha fazla istiyormuş gazetede okudum" falan gibi mavra yapar. Ekip arkadaşlarının hepsi haydut tipli olduğundan Hakan'ın bu ütopik fikri yalandan onaylanır. Bi kaç gün geçtikten sonra fantastik dörtlüden sakallı abimiz Ünsal dayanamaz ve çıkar Harika'nın üstüne. Hakan, Ünsal'ı merdivenden inerken ve fermuarını kapatırken görür. Sinire keser. Ünsal'a çıkışır. "N'aptın oğlum. Hani güzellikle isteyecektik" diye bağırır. Ünsal da haklı olarak "lan karıyı paldır küldür kaçırıp bağlamışız ne güzelliği" diye kontra yapar ve akabinde birbirlerine çıkışırlar. Tam dayak kötek ortamı oluşmuşken Coşkun çıkar "hey yukarda ilik gibi manita var siz burda gavga ediyorsunuz" der ve soluğu Harika'nın yanında alır. Neyse işte sırayla (Erdal bile) Harika'ya kerkinirler çok afedersiniz. Ancak Hakan'ın basireti bağlanmıştır. Harika'ya çıkar ama sadece romantik konuşma yapar. Uzun uzun tirad atar falan. Zamanla Harika'da seks köleliğine alışmış evin içinde dolaşır olmuştur. İşte gel zaman git zaman Hakan'a kanı kaynar. Onlara zorla sana severek diyerek Hakan ile birlikte olur (filmin ismini nerden aldığını bu sahneden anlıyoruz).

Neyse uzatmayalım sonunda Harika bi şekilde polise haber verir. Hakan hariç hepsini yakalatır. Hakan uçkuruna günlerce sahip çıkmanın ödülünü özgürlük olarak alır. Harika setlere döner ama Hakan tadı damağımda hesabı hep izler Harika'yı film bakışmayla biter...

Bu filme Show tv'de mutlaka denk gelirsiniz. Benim yıldızım ****... Drama dalında. Kaçırılmaması gereken bir yapım.

27 Ocak 2011 Perşembe

Reyting Aletlerini Kırın Behzat Amir Geliyor

Bugüne kadar, 1000 kişinin evinde olan bir aletle büyük paralar harcanmış yapımların apar topar iptal edildiğini gördük hep. Reyting denen zalım kavram daha set toplanmadan dağıttı bazı dizileri. O 1000 şahsa ait zevkin saçma bir örneklem usülü olduğunu kimse anlamadı. Herkes onun peşinden koştu. Kimse itiraz etmedi... Herkes celladını reyting belledi.

Ama gün oldu devran döndü... O kerameti kendinden menkul, olan biteni kavrayışı meçhul "kitle" bu sefer bir şeylerin kaderini belirleyemedi. Bu sefer yeni düzen "internet" galip geldi. Bir dizi sosyal paylaşım siteleri ve sözlükler sayesinde yayında kaldı ve gitgide hakettiği kitleyi buldu.

Türk tarihine geçen bu "internet direnişi", zamanında kıymeti anlaşılamamış dizilerin intikamı oldu. Korkarak değil, göstere göstere ilerleyip gerçek yerini buldu Behzat Ç.. Kaliteli olana değer vermenin kıstasının alışılmış saçma yöntemler olmadığını gösterdi.

Bu saatten sonra dizinin dürtüklediği derin devlet bile halel getiremez prodüksiyona. Yedirtmeyiz... Behzat Ç.'ciyiz. Gençlerbirlikliyiz...